Yüsra Batıhan, Mezopotamya Ajansı’nda çalışırken depremden hemen sonra Elbistan’a gitti. Bir ay boyunca Elbistan’da yardım faaliyetleri ile ilgili araştırma yapan Batıhan, bir kadın gazeteci olarak çocukların ve kadınların deprem bölgesinde yaşadıklarını farklı bir gözden gördüğünü söylüyor. Bu dönemde en büyük sorunun zihinsel olarak sağlam kalabilmek olduğunu söyleyen gazeteci, yaptığı paylaşımlar nedeniyle Sansür Yasası kapsamında soruşturmaya da uğradığını söyledi.
Yüsra Batıhan
Sahada, afet bölgesinde çalışan gazeteciler, orada sadece gazetecilik yapmadığını bilir. Haber için konuştuğunuz insanlarla bazen oturup ağlarsınız, bazen de onlara insani yardım götürmeye çalışan görevli olursunuz. Depremin ilk zamanlarında Elbistan ve Hatay’da çalışan gazeteciler hem depremi hem de deprem bölgesinde gazetecilikte yaşadıklarını anlattı.
Ben Yüsra Batıhan. Nisan ayından bu yana bağımsız gazeteci olarak çalışıyorum. Depremin meydana geldiği 6 Şubat tarihinde ise Mezopotamya Ajansı’nda çalışıyordum. Depremin olduğu gün, aynı ajansta çalışan arkadaşlarım büroya gelir gelmez yola çıktı. Tabi o zamanlar hem ajansta yeni çalışmaya başlamış hem de henüz 22 yaşında çok genç bir muhabir olduğum için büroda bırakılması tercih edilen isimlerden biri oldum. Ancak Ankara’da kaldığım 12 gün boyunca da deprem haberleri yapmaktan da geri durmadım. Ankara’da kaldığım süreç içerisinde, dosya haberlerle birlikte depremin yarattığı yıkımın nedenlerine ve bu yıkımın mimarına mercek tutmaya çalışırken, bir yandan da medyanın tavrını eleştiren röportajlar yazdım. Ancak Ankara’da için içime sığmıyor, bir şey yapmalıyım düşüncesiyle “Beni de deprem bölgesine gönderin” “Deprem bölgesinde bir kadının olması önemli”, “Söz veriyorum çok iyi haberler çıkaracağım” diyerek haber şefimi ikna ettim. Nihayet, depremin 11’inci gününde yani 17 Şubat’ta haber şefimin onayıyla Kahramanmaraş’a doğru yola çıktım. 18 Şubat’ta önce Kahramanmaraş’a daha sonrasında ise Elbistan vardım.
‘Zihinsel olarak sağlam kalmayı başarmak en zoruydu’
Deprem bölgesinde gazetecilik yapmanın belki de en zorlu yanı, zihinsel olarak sağlam kalmayı başarmak olmalı. Çadırda şiddet gören kadınlar, bir çadır kentten diğerine sürülen, çadır kentten çıkarılan mülteciler, kimilerinin bir battaniye dahi bulamadan kaldıkları çadırlar. Anlatılacak çok şey var.
Ramazan ayında Alevi mahallesinde bulunan çadır kentte kaldığı için iftarsız ve sahursuz oruç tutan Sünni vatandaşlar, Sünni mahallelerinde bulunan çadır kentlerde kaldığı için kahvaltısız ve öğlen yemeksiz kalan Alevi yurttaşlar vardı.
Mesela Elbistan köylerinde her aileden birinin kanser olduğunu, burada yer alan mezarlığın isminin ‘kanseristan’ olduğunu öğrenince yaşadığım şaşkınlığı nasıl anlatabilirim ki. Engeli yüzünden çocuklarına “beni burada bırakın gidin” diyen kanser hastalarını, okuma yazması olmayan yaşlı insanların bir konteyner için oradan oraya sürüklenmesini takip ederken kimi zaman ağlamamak için kendimi zor tuttum ama ne mümkün; çoğu zaman ben de onlarla beraber hüngür hüngür ağladım. Deprem bölgesinde gazetecilik yaptıysanız sadece gazeteci olmuyorsunuz.
‘Kadın gazetecilerin sahada olmasının önemini daha iyi anladım’
Elbistan’da gazeteci olarak bulunduğum süreçte sadece bir gazeteci olarak kaldığımı söylemem hata olur. Bir ayı aşkın süre boyunca Elbistan’da kaldım. Orada kaldığım süreç içinde gittiğim her haberin ardından insanlara dokunacak, gönüllülerin ulaşamadığı, benim ulaştığım insanlara yardımcı olmak için de çaba sarf ettim. Beni en çok etkileyen durum belki da hasta bezi ve tuvalet ihtiyacını karşılamayan yaşlı ve engelli bireylerin bunu söylemekten çekinmesi olmuştu. Yaşlı ve engelli insanlarla röportaj yaptıktan sonra ihtiyaçlarını tespit ediyor ve gidip bu ihtiyaçlar özelinde küçük koliler hazırlıyordum. Emin olun kolileri götürdüğüm hiçbir yaşlı birey verdiğimiz yemek için değil, kolinin içinden çıkan hasta bezi, ıslak mendil ve ayaklı tuvalet için gözyaşları döküyor, sonrasında beni arayıp “Allah senden razı olsun, ben utandım söylemedim ama sen anlamışsın. Beni muhtaç etmedin” diyordu. Kadınlarla yaptığımız sohbetlerde kadınlar sorunlarını aktarırken hem bunları yazdım hem de bu sorunları gönüllülerle paylaşarak daha iyi bir dayanışmanın nasıl olabileceği tartışmalarını yürüttük. Bir yerden sonra farkına vardım ki, artık ben kadınlara gitmiyordum. Kadınlar sohbet etmek istediklerinde veya bir sorun yaşadıklarında beni çağırıyorlardı. Böylelikle hem psikolojik olarak rahatlıyorlar hem de sorun yaşayan kadınları bana yönlendirerek birbirleriyle dayanışıyorlardı. İşte tam da böyle anlarda neden bir kadın gazetecinin sahada olması gerektiğini, kadın bir gazetecinin orada bulunmasının insanlarda yarattığı güven hissini daha iyi anlıyor, görüyordum.
‘Araç bulmayı bırakıp yürüyerek ulaşım sağladım’
Bir gazeteci olarak orada kaldığım süreçte, birçok sorunla da karşılaştım diyebilirim. Gittiğim ilk süreçte beni en çok şaşırtan, bir gazeteci olarak benim ulaştığım Alevi köylerine devletin hala ulaşmamış olmasıydı. Bozuk yolları takip ettiğimiz her yolun sonunda karşımıza bir Alevi köyü ve yardımın ulaşmadığı insanlar çıkıyordu. Depremin ilk zamanlarında ulaşımda sorun yaşamazken, sonlara doğru gönüllülerin alandan çekilmesiyle birlikte ulaşım soru da yaşamaya başladım. Bir yerden sonra da araç aramayı bırakıp, kentin her yerine yürüyerek gitmeye başladım. Bir habere ulaşmak için harcadığım süre, tüm günümü alır hale geldi. Bu nedenle artık gündüzleri sahayı geziyor akşamları ise çoğunlukla çamaşırhane konteynerinde haber yazıyordum.
‘Sahip olduğum basın kartının Elbistan’da geçerliliği yoktu’
Gazeteciliğin kurnazlığını kullandığım için haber takip ederken çok fazla engellemeye maruz kaldığım söylenemez. Ancak bu hiç maruz kalmadığım anlamına da gelmiyor. Zira, ne zaman bir çadır kente girsem hemen akabinde çadır kentin güvenlik ekipleri geliyor ve beni oradan çıkarıyordu. Çadır kentte güvenlik çok sıkı değildi. Çadır kentlerinin tamamının etrafı açıktı ve o açıklıklardan girip çıkıyordum. Bu çok memnun olduğum bir durum değildi. Çünkü çadır kentlerde şiddet gören kadınları da takip ediyordum. Ancak kapıdan girdiğim taktirde bu kadınlara veya yardımın ulaşmadığı ailelere ulaşmam da mümkün olmuyordu. Çünkü siyasi nedenlerle turkuaz basın kartına sahip olamayan bir gazeteci olarak çadır kente girişim bir yerden sonra engellenmeye başlandı. Sahip olduğum kurum basın kartının da Elbistan’da çok bir geçerliliği yoktu. En çok da mülteci ailelere ve kadınlara ulaşmakta sorun yaşıyor, ulaştığım anda da güvenlik bir anda çok sıkı hale geliyordu. Bir yerden sonra ya gazeteci olmadığımı, gönüllü olduğumu söylüyordum ya da güvenlik ekipleri gelene kadar alelacele röportaj alıp çıkıyordum. Tabi çıkamadığım zamanlarda sık sık ya askerin ya polisin ya da çadır kentte görevli güvenlik personellerinin GBT taramasına ve “Bakın artık buraya gelmeyin. Bir dahakine uyarmayız hakkınızda işlem başlatacağız” tehditlerine maruz kalıyordum.
Dezenformasyondan yargılanmak: Devlet beni gazeteci görmedi
Elbistan’dan dönmemin ardından çok bir süre geçmemişti ki, hakkımda açılan ve deprem zamanında yaptığım haberleri kapsayan bir dezenformasyon soruşturmasıyla karşı karşıya kaldım. Hakkımda “Halka alenen yanıltıcı bilgi yaymaktan” ve “Kamu barışını bozmaktan” açılan soruşturma kapsamında attığım iki farkı sosyal medya paylaşımından dava açılmıştı. Ancak aynı bilgileri içeren haberleri sosyal medya hesabımdan paylaşmama rağmen haberlerim es geçilmişti. Yani devlet beni bir gazeteci olarak görmemiş, bir yurttaş olarak hakkımda soruşturma açmıştı.
‘Hatay’da gazetecilik dayanışmasıyla haber yapabildim’
Ankara’dan Mersin’e yerleşmem ile birlikte Çukurova bölgesinde muhabir olarak çalışmaya başladım. Depremin birinci yıldönümünde Hatay’da da haber takibi yaptım. Birinci yıldönümünden iki hafta önce gittiğim Hatay’da durum ise içler acısıydı. Habere ulaşım çoğu zaman mümkün olmuyordu. Depremin birinci yılında enkazlar hala olduğu gibi duruyor, kentin her yerinde yapılan yıkımlar ise her an başınıza bir şey düşme ihtimalini beraberinde getiriyordu.
Hatay’da gazetecilerin ‘tabana kuvvet’
O zaman da yine “tabana kuvvet” diyerek Hatay’ın yakın mahallelerini ve merkezi yürüyerek arşınlamaya başladım. Ancak çamur ve su içinde olan ve bir yıldır tamiri yapılmayan kırık dökük yollar tabanlarımı oldukça zorluyordu. Bu yürüyüşlerde depremin birinci yılında hala çadırlarda kalan insanlara rastladım. Ancak insanlar da “Bir yıl oldu. Kaç röportaj verdik yine de sesimizi duyan olmadı. Bundan sonra söyleyecek bir şeyimiz yok” diyerek konuşmayı reddediyordu. Sorunlarını dile getirmekten bıkmış bir halde olan insanların yanından çoğu zaman elim boş dönüyordum. Nitekim bir yerden sonra röportaj almayı bırakıp tam olarak bu durumu yazmaya başladım.
Hatay’da haber yapmamı sağlayan şey yine gazetecilik dayanışması oldu. Hatay’da tanıştığım Gazeteci Burcu Özkaya Günaydın da aynı durumdan mustaripti. Nitekim kimi zaman ben kimi zaman Burcu, birkaç tanıdığımızı arayarak ya bizi bir yere bırakmalarını istiyorduk ya da habere ulaşamıyorduk.
‘Enkazda nöbet tutan insanlarla uyuyorduk’
Bağımsız Foto Muhabiri Efekan Akyüz depremin ilk günü Hatay’a giden gazeteciler arasında. Akyüz, sabahın erken saatlerinde üç gazeteci olarak yola koyulduklarını ve yolda çokça kazaya şahitlik ettiklerini dile getirdi. Depremin ilk günlerinde internet ve ulaşım sorunu yaşadıklarını söyleyen Akyüz, “Beraber gittiğimiz arkadaşlarımı sık sık kaybediyordum. Bilinci biraz yerine gelen depremzedelere soruyor, birbirimizi öyle buluyorduk. İlk günlerde sürekli arabada kaldık. Arabada uyuyor, arabada uyanıyorduk. Zaten uzun süre yemek yiyemedik. Hatay’a giderken yanımıza aldığımız bisküvi tarzı şeylerle karnımızı doyuruyorduk. Sürekli yağmur yağdığı için üstümüz sürekli ıslaktı. Arabanın klimasında kurumaya ve ısınmaya çalıştık uzun bir süre. Arabayla şehir içine giremiyorduk çünkü binaların enkazları yolları kapatıyordu. Bu yüzden şehir içine yürüyerek girdik. Çoğu zaman depremde enkaz başında nöbet bekleyen insanlarla uyuyorduk. Bu gibi durumlarda da nöbetleşerek uyuyorduk” diye konuştu.
‘Hatay’dan ayrıldığımızda duygularımızın farkına vardık’
Antakya’da haber takibi yaptığı esnada bir grup insanın “baraj patladı” diyerek insanları enkaz başından kaçmaya ittiğini belirten Akyüz, olayı takip ettiği esnada düşerek ayağından yaralandı. Düşme sonucunda ayağı çatlayan Akyüz, bu koşullarda uzun süre haber takibi yaptığını belirterek şunları söyledi: “Deprem bölgesi duyguların yoğun yaşandığı bir bölgeydi. Çalışırken etkilenmemek mümkün değil. Bir yandan da oradaki insanların durumunu aktarmak gibi bir derdimiz var. Bunu yaparken bir foto muhabiri olarak duygularımızı bir kenara bırakarak çalışmaya çalıştık. Ancak Hatay’dan ayrıldığımız andan itibaren duygularımızın farkına varıyor ve aslında yoğun bir psikolojik süreci de geride bırakmaya çalışmaya çalışıyoruz.”