CAFER SOLGUN
Eskiden ailenin yanı sıra mahalle, sokak diye bir şey vardı çocukların hayatında ve okul da bunun bir parçasıydı. Çocuklar, hayatın bu alanlarında sosyalleşmeyi ve beraberinde iyi ve kötüyü, yanlış ve doğruyu öğrenirdi. İlkokul, ortaokul, lise ve tabii ki üniversite arkadaşlığı diye bir şey vardı. Ne kadar olumluydu ya da değildi, bu başka bir tartışma konusu; kesin olan, çocuklar hayatı tam da içerisinde öğrenirdi, kişilik ve karakterleri hayatın tam da içerisinde şekillenirdi…
İster istemez geçmiş zaman kipiyle andığımız o zamanlar geçmişte ve nostaljik filmlerde, dizilerde kaldı.
Önümüzdeki ayın sonunda 11 yaşına girecek bir kızım var:
Zerya. Bebekliğinden beri sohbet ediyoruz, oynuyoruz. “Bebekliğinden beri” derken abarttığımı düşünmeyin, kucağımdayken veya uyuturken ona masallar anlatırdım. Birçok ebeveynin yaptığı gibi “agu bugu, attaya gidelim” filan diliyle değil normal, konuştuğumuz dille. (Arada söylemiş olayım, çocuklarınızla doğru düzgün konuşun sevgili ebeveynler, “bebek diliyle” değil.) Bunun da etkisi vardır sanırım, bir yaşında yürümeye, bir buçuk yaşında da gayet düzgün konuşmaya başladı. Telefon ve tableti keşfettiği bir dönem geldi elbette ama beraber oyun oynamanın yerini tutmadı hiç. Hala da öyle. Bendeyken, ben bilgisayar başında yazı yazıyorken, önüme bir not kağıdı koyuyor mesela; “Babi yazın bitince bir oyun oynayalım mı?” Tabii büyüdükçe oynadığımız oyunlar da değişiyor. Bu ara kelime bulmaca oynuyoruz, öğretmen edasıyla bana Almanca öğretiyor filan.
İlkokulda okuma yazmayı çözdüğü ilk dönemlerde, öğretmeninin önüne koyduğu “en sevdiğin oyun ne?”, “en sevdiğin arkadaşların kimler?” gibi soruların yazılı olduğu kağıtlara, “en iyi arkadaşım, babam” yazdı, beni çok mutlu etti.
Bebekliğinde Zerya’ya sonuçta iyilik, dürüstlük, arkadaşlık, paylaşmak, sevgi telkin eden ve çoğunu uydurduğum masallar anlatırdım (keşke yazsaymışım onları). Büyüdükçe benim çocukluğumu, okul hayatımı merak eder oldu. Ben de anlatıyorum. Dersim’i, Elazığ’ı, hangi okullara gitmişim, öğretmenlerle, okul ve mahalle arkadaşlarımla ilişkilerim nasıldı, nasıl bir yandan okurken bir yandan da çalışmışım… Gazete satmışım, Şorikli Rabe’nin halka tatlılarını satmışım, yazın “32 dişe keman çaldiri (çaldırıyor)” diye bağırarak soğuk su satmışım filan. İlgiyle, merakla dinliyor, sorular soruyor, çok hoşuna gidiyor. İstanbul’daki ilk yıllarım, denizle ilk karşılaşmanın bana yaşattığı şaşkınlık, lisede şiveli konuşmamın bazen alay konusu olması yüzünden çok konuşkan biri olmayışım… Tabii ki hapishane zamanlarını anlatmadım şimdiye değin. Daha büyümesi lazım…
Bu yazıyı yazmaya ilk niyetlendiğim zaman, işini ciddiye almanın gereği olarak, önce yazacağım konuyu araştırdım, ilgili kaynaklara, uzman görüşlerine baktım bir kez daha. Yazacağım konu, okul öncesi kreş ve anaokullarında verilen “değerler eğitimine” dair olunca, elbette yanlış bir bilgi vermek veya yüzeysel bir yorum yapmak, olacak şey değildi. Siyasi bir analiz yaparken veya bir haksızlık, hukuksuzluk üzerine yazarken de elbette öncelikle konuya hakim olmaya önem veririm; ama söz konusu çocuklar olunca daha da ciddiye almanız gerekir sözlerinizi diye düşünürüm.
Sonuçta diyeceğimi kendi deneyimim üzerinden söylemeye karar verdim. Devamını da getirmek isterim aklım, kalbim, kalemim elverdiğince. Dilerim okuyana dersler çıkaracağı bir yararı olur.
Değerler eğitimi: Atatürk sevgisi kazandırmak için…
Başta dedim ya, eskiden sokak vardı, mahalle vardı; çocukların deyim yerindeyse ilk “hayat derslerini” edinebildiği. Ama artık sokak ve mahallenin kazandırdığı sosyalleşme ihtiyacını okullar karşılıyor. Çocuğunuzla ne denli ilgili de olsanız, kendi yaşıtlarıyla zaman geçirmesi gereği var. Hem öğrenmek, hem de sosyalleşmek, hayata ve insanlara dair kendi çapında deneyimler edinmek için. Bir de tabii anne ve babanın çalışmak durumunda olması var. Bakıcı meselesi kendi başına bir sorun. “Sorun” derken işlerini düzgün ve dürüstçe yapanları tenzih ederim. Dilerseniz anlatırım sonra. Velhasıl diyeceğim, çocuğunuzu bir kreşe yollamak durumundasınız.
Zerya’nın kreşe, anaokuluna alışması biraz zor oldu. Birkaç başarısız denemeden sonra nihayet evimize de yakın bir yer bulduk. Zerya alıştı oraya kısa sürede. Kapısında beklemem gerekmedi. Öğretmenleri ilgili insanlardı, arkadaşlarıyla iyi anlaştı, birlikte oyunlar oynayarak bir şeyler öğreniyorlardı. “Değerler eğitimi” kavramı –ve dersiyle- ilk orada karşılaştım. Güzel. Tabii ki çocukların değerleri olması gerek. Kişilik ve karakterlerinin oluştuğu bir süreç. Aile ortamında öğrendiklerini okul ortamında perçinlemesi lazım.
Bu eğitimde çocukların öğrenmesi, kavraması ve kendi saf dünyalarında deneyimleyerek uygulaması gereken evrensel değerleri UNESCO belirlemiş.
UNESCO’nun 12 Evrensel Değer İlkesi
UNESCO’nun okul öncesi çağlarında çocuklara öğretilmesi için benimsediği 12 evrensel değer var: 1. Özgürlük. Daha güzel bir dünyanın mümkün olabileceği bilinci. 2. Barış. Özgür ve eşit bir yaşam herkesin hakkı, bunun için de barış içerisinde bir arada yaşamak gerek. 3. Mutluluk. İyilik ve güzellik olarak bildiğimiz ne varsa bunun bize yaşattığı duygu zenginliği. 4. Sevgi. Doğayı, insanları, doğadaki diğer canlıları sevmek, yaşadığımız hayatın bu bütünün bir parçası olduğunu bilmek, insan olmanın en güzel hali. 5. Hoşgörü. Özgürlük, barış, sevgi ve mutluluk duygularının ayrılmaz bir parçası, onları değerli kılan bir erdem. 6. Dürüstlük. Yalandan, riyadan uzak durmak, ailene, sevdiklerine ve yaşadığın topluma karşı iyilik ve sorumluluk hissetmenin gereği. 7. Tevazu. Kibirden, başkalarını şu veya bu nedenle aşağılamaktan uzak durmak, kendini doğru bilmek. 8. Sorumluluk. Hayatın gerekleri var, sana düştüğü kadarını sahiplenmek ve taşımak. 9. Birlik. Yaşadığımız toplumun ve dünyanın, doğanın bir parçasıyız, onun “efendisi” değil, onurlu bir ferdiyiz. 10. Sadelik. Başkalarından üstün ya da aşağı değilsin. Kibir, gösteriş, bencillik, başkalarını küçümsemek bize yakışmaz. 11. İşbirliği ve paylaşım. Hayat sevdiklerinle paylaştıkça daha güzel, sevgi dolu, anlamlı ve kıymetlidir. 12. Saygı. Barış içerisinde bir arada mutlu yaşamanın gereğidir. Sen saygıdeğer birisin ve başkaları da öyledir.
Kızım 4 yaşına girmemişti henüz. Okulundan, arkadaşlarından, öğretmenlerinden memnun görünüyordu. Ama bir gün okulundan aldım ve el ele eve yürürken, “Baba” dedi bana endişeli bir ses tonuyla, “Düşmanlar yine gelecek mi?”
“Ne düşmanı kızım? Yok öyle bir şey” diye bir şeyler söyledim şaşkın.
“Atatürk de ölmüş, düşmanlar gelirse bizi kim kurtaracak?”
Jetonlarım o zaman düştü hızla. Çanakkale Zaferi’nin yıldönümüydü, 2015 yılında kaçıncı yıldönümü idiyse artık… Okulda bu savaşı anlatmış olmalıydılar, “düşmanlar” ve “Atatürk bizi kurtardı” üslubuyla. İyi de nereden icap etmişti bunu üç, dört yaşlarında saf ve masum dünyalarında hayatı öğrenmeye çalışan çocuklara anlatmak?
“Okulda Çanakkale Savaşını mı anlattı öğretmen kızım?”
“Evet. Bir film de izledik.”
“Çok eskiden olmuş o savaş kızım. Şimdi savaş da yok, düşman da yok. Dolayısıyla korkacak bir şey de yok. Evden önce parka gidelim mi biraz?”
Ertesi gün çocuğumu sınıfına uğurladıktan sonra okulun müdiresi olan hanfendinin odasında aldım soluğu.
Mevzu, “değerler eğitimi” imiş ve tabii ki çocuklara Atatürk sevgisi kazandırmak.
Ben olacak şey mi bu yaşta çocuklara dedikçe, hanımefendi “Atatürk sevgisini kazandırmak için” diye cevap verdi.
Enteresan olan, okulda bir de İngiliz öğretmen çalışıyordu. Çocuklarla arası çok iyiydi. Çocukların “düşman” diye ona yaklaşımları değişirse ne yapacaklardı? “Atatürk sevgisi kazandırmak için…”
Soğudum okuldan, Zerya’ya belli etmemeye çalışarak.
Biz çocuğumuza insanlık, sevgi, barış, kardeşlik değerlerini, erdemlerini kazandırmaya çalışırken, “Değerler eğitimi” adı altında, “Atatürk sevgisi kazandırmak için…” denilerek, yaşına filan da bakmaksızın düpedüz “savaş”, “düşmanlar”, “Atatürk de ölmüş, ne yapacağız” korkusu empoze etmeye çalışıyorlardı. Mühim olan, çocuklara “Atatürk sevgisi kazandırmak” idi, psikolojileri bozulmuş, ne gam!
Sene sonunda Zerya’yı aldık oradan. Adı “kolej” olan başka bir anaokuluna yazdırdık. Ne var ki meselemiz meğerse “kırk katır mı kırk satır mı?” meselesiymiş ve şaşıracağımız başka tecrübelerimiz de olacakmış…
Uzattım. Devam edeceğim.