CAFER SOLGUN
Geçtiğimiz günlerde MİT tarafından Ukrayna’da yakalanarak Türkiye’ye getirilen TSK bünyesindeki Özel Kuvvetler Komutanlığının (ÖKK) eski mensuplarından
Gökhan Nuri Bozkır’ın emniyet ve savcılıkta “itirafçı” olarak verdiği ifadeler medyada geniş yer buldu.
Bozkır, 18 Aralık 2002 günü suikast sonucu hayatını kaybeden Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr.
Necip Hablemitoğlu cinayeti dolayısıyla aranan bir isimdi. AKP iktidarının ilk ayında gerçekleşen bu suikastın kurbanı Hablemitoğlu, Atatürkçü bir aydındı ve başta Gülen cemaati olmak üzere dini tarikat ve cemaatler üzerine çalışmalarıyla tanınıyordu. Gülencilerin henüz “muteber” olduğu dönemlerde bu olay ve 90’lı yıllarda gerçekleşen Kemalist aydın cinayetleri üzerinde durulmazken, sonradan Hablemitoğlu cinayetinin “FETÖ işi” olduğuna yönelik yaygın bir kanaat oluştu. Olayın iç yüzü, soruşturmanın ilerleyen safhalarında açıklığa kavuşur mu, izlemek gerekiyor.
Halihazırda Bozkır’ın itiraflarıyla ortaya çıkan somut veriler, dönemin Özel Kuvvetler Komutanlığını işaret ediyor. Çünkü Bozkır, ifadelerinde “üst rütbeli bir komutanın” kendisine “örtülü bir görev” verdiğini ve bu görev çerçevesinde Hablemitoğlu’nun evinin bulunduğu sokakta “keşif” yaptığını, hazırladığı istihbarat raporunu emri veren rütbeliye teslim ettiğini, suikastı gerçekleştiren kişiyi arabasıyla olay yerine götürdüğünü, sonra da aldığını
anlatıyor.
Bu gelişmenin ardından, 18 Şubat 2022 günü Suriyeli mültecilere yönelik ırkçı paylaşımlarıyla tanınan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın yardımcısı
Adem Taşkaya, sosyal medya hesabından Bozkır’ın ifadelerinde adı geçen iki eski ÖKK mensubunun tutuklandığını
duyurdu. Taşkaya’nın aktardıklarına göre Bozkır’ın itiraflarında adı geçen bu iki kişi, Hablemitoğlu cinayetinin planlandığı toplantıya katılmışlar.
ÖKK, ‘iç ve dış tehditlere’ karşı
Süren soruşturma ve yargı sürecinde neler olacak, kimler ne diyecek, savcılık nasıl bir iddianame düzenleyecek, mevcut ve olası şüpheliler ne tür fiiller işlemekle suçlanacak, kendilerini nasıl savunacak, itiraflar sürecek ve soruşturmanın kapsamı derinleştirilecek, genişletilecek mi, göreceğiz.
Bu gelişme, medyada hak ettiği düzeyde ilgi görmedi. Ortaya çıkan gelişme ışığında benzer “derin devlet” kuşkusu içeren olayları hatırlayan, hatırlatan, en azından sorular soran olmadı. Oysa Hablemitoğlu cinayeti vesilesiyle adı geçen ÖKK, mercek altına alınması gereken bir yapı.
Hatırlayalım: ÖKK, Türkiye’nin NATO’ya girmesinin ardından ilk olarak 27 Eylül 1952’de “Hususi ve Yardımcı Muharip Birlikleri” adıyla oluşturuldu. Birlik bünyesindeki “seçkin” subaylar, ABD ordusu tarafından eğitildi. 1953 yılında “Seferberlik Tetkik Kurulu”, 1970 yılında “Özel Harp Dairesi”, 1992 yılında ise “Özel Kuvvetler Komutanlığı” adıyla yeniden yapılandırıldı. Askeri birlik düzeyi, değişik tarihlerde Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) kararlarıyla tümen, tugay ve son olarak kolordu olarak belirlendi.
Doğrudan Genelkurmay Başkanına bağlı olan ÖKK’nin görevi ise, “iç ve dış tehditleri bertaraf etmek.” Bu kapsamda “olası bir savaş durumunda halkı örgütlemek ve yetiştirmek, özel operasyonlar düzenlemek” asli görevleri arasında sayılıyor.
Yakın tarihte ÖKK’nin adının resmi açıklamalarda geçtiği operasyonlar arasında 1998 yılında Şemdin Sakık’ın, 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi, 2014’te Musul’da IŞİD’in alıkoyduğu Musul Konsolosluğu görevlilerinin Türkiye’ye getirilmesi, Suriye’de “Özgür Suriye Ordusu” ile birlikte gerçekleştirilen operasyonlar ve son olarak 2021’de PKK’nin Gara’daki kampına yönelik düzenlenen harekat var.
ÖKK, bunun yanı sıra, 26 Aralık 2009 günü “Bülent Arınç’a suikast” iddiaları nedeniyle ÖKK bünyesindeki Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığında savcılar tarafından arama yapılması ile de gündeme geldi. Savcıların bu aramada ne tür bilgilerle karşılaştıkları bilinmiyor. İzleyen yıllarda bu aramayı gerçekleştiren bazı savcı ve yargıçlar “FETÖ’cü” oldukları gerekçesiyle tutuklandı, yargılandı.
Asıl soru ise şu: Önceden Özel Harp Dairesi, sonradan Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak yapılandırılan bu gayet “özel” ve faaliyetleri “gizli” askeri birim, ülkenin yakın tarihinde açıklananlar dışında acaba başka ne tür “örtülü” operasyonlar yürütmüştür?
Cevapsız sorular…
Bu soru, kuşkusuz kendi içinde başka sorular sormayı da gerektiriyor: 60’lı, 70’li ve hatta 80’li yıllar boyunca devletin temel “milli güvenlik” konsepti olan “Komünizme karşı mücadele” çerçevesinde bu birim ne tür bir rol oynamıştır?
Mesela eski Özel Harp Dairesi Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül 1955’te tezgahlanan etnik arındırma harekatı için, “6-7 Eylül olayları muhteşem bir özel harp organizasyonuydu” demişti. Benzer başka “özel harp” operasyonları var mıdır?
Sovyet Bloğunun çökmesinin ardından NATO üyesi ülkelerdeki gizli “Gladio” organizasyonları tasfiye edildi. Türkiye’de bu tür bir illegal devlet organizasyonu yok muydu? Bazı olaylar vesilesiyle (mesela 1996, Susurluk) bazen “Gladio”, çoğunlukla “kontrgerilla” ve “derin devlet” olarak kamuoyu gündemine gelen oluşumlar ne idi?
Kemalist aydın cinayetleri
Bu soruların Hablemitoğlu cinayetiyle de çok yakından ilgisi, ilişkisi var kanısındayım. Çünkü 90’lı yıllardaki aydınlatılmayan Kemalist aydın cinayetleri, bu kanaati doğrulayacak kuşkular barındırıyor. Bu cinayetlerin “Bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat müdahalesinin şartlarını “olgunlaştırdığını” düşünmek için biraz yakın tarih bilgisine sahip olmak yeterli…
Hatırlayalım… 12 Eylül darbesinin “kudretli” komutanlarından Org. Bedrettin Demirel, darbeyi aslında bir yıl önce planladıklarını ama sonra şartların “olgunlaşması” için biraz daha beklemeye karar verdiklerini söylemişti.
Şartların “olgunlaşmasından” kastedilen sadece kanlı “sağ-sol kutuplaşması” değildi; Maraş (1978), Malatya (1979), Çorum (1980) illerinde kitlesel katliam ve provokasyonlar sahnelendi.
Doğan Öz (1978),
Abdi İpekçi (1979),
Cavit Orhan Tütengil (1979),
Ümit Kaftancıoğlu (1980) cinayetleri gerçekleşti. Herhangi bir “radikal” oluşumla hiçbir ilişkisi bulunmayan bu insanların öldürülmesi, öyle anlaşılıyor ki olgunlaşması murat edilen “kaotik” ortamın derinleşmesine, ordu müdahalesinin meşrulaştırılmasına duyulan ihtiyaç idi… Bu cinayetlerin hiçbirinin arka planı, iç yüzü aydınlatılmadı; bunu da eklemek gerek.
4 Eylül 1990 günü eski müftü, adı “komünist imama” çıkan
Turan Dursun öldürüldü. 6 Ekim 1990 günü akademisyen
Bahriye Üçok öldürüldü. 7 Mart 1990 günü gazeteci
Çetin Emeç öldürüldü. 24 Ocak 1993 günü gazeteci
Uğur Mumcu öldürüldü. 21 Ekim 1999 günü eski bakan, siyaset bilimci
Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü. 18 Aralık 2002 günü tarihçi, yazar
Necip Hablemitoğlu öldürüldü…
Hablemitoğlu cinayeti dışında diğer suikastlarla ilgili “İslami Hareket” adında bir örgüt söz konusu edildi, yakalanan, yargılanan isimler oldu, İran’ın adının geçtiği spekülasyonlar yapıldı. Ancak bu olaylar gereği gibi soruşturulmadı, perde arkasındaki güçler açığa çıkartılmadı. Adı geçen örgütün bir daha herhangi bir nedenle adı duyulmadı…
‘Duvardan bir tuğla çekersek…’
Aklımızda olsun… Dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Ülkü Coşkun, Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya şöyle demişti: “Güldal Hanım, üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer.”
Ve dönemin İçişleri Bakanı
Mehmet Ağar’ın sözleri. Güldal Mumcu UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı tarafından yayınlanan
İçimden geçen zaman başlıklı kitabında anlatıyor: “Avukat Sayın Emin Değer'in de bulunduğu bir gün, bizim eve gelen Mehmet Ağar, cinayetin karmaşıklığını anlatmak için, ‘Öyle bir iş ki, bir duvar gibi… Bir tuğla çekersek duvar yıkılır' dedi. Ben de kendisine çekin o zaman cevabını verdim. ‘Çekemem, yapamam' dedi. O zaman, çekerler, altında kalırsınız dediğimde de yüzünde ‘Bunu yapmaya kimsenin gücü yetmez' der gibi bir ifade belirmişti. Tuğlayı o günlerde kendisi çekebilmeliydi.”
Hablemitoğlu davası, ‘Duvardan çekilecek tuğla’ olur mu?
Biliniyor, yıllarca devletin “gizli anayasa” olarak tanımlanan ve işleyişi, icraatı Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Sekreterliği tarafından takip edilen bir “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” vardı ve bu belgede “iç ve dış tehditler” sıralanıyordu. “İrtica”, “komünizm tehdidi” ortadan kalktıktan sonra “bölücülük” ile birlikte başlıca “tehdit” haline geldi. Bu “belge”,
güncellenmiş olarak halen var elbette.
Kemalist aydın cinayetlerinin 28 Şubat müdahalesinin temel gerekçesi olan “irtica tehlikesine” karşı ihtiyaç duyulan “laik-anti laik” kutuplaşmasıyla ilişkisi, sorulması ve sorgulanması gereken bir sorudur.
Zanlı Bozkır’ın Ukrayna’dan Türkiye’ye getirileceğinin duyurulması üzerine Necip Hablemitoğlu’nun eşi Şengül Hablemitoğlu, sosyal medyadan şu açıklamayı yapmıştı: “Biz canımızdan olup, hayal bile edemeyeceğiniz zor bir 20 yılı tamamladık. Adalete, devlete inancımızı ve güvenimizi kaybettik.”
Adalete, devlete güven duyulmayan bir ülkede yaşamaktan çok yorulduk. Ama hiç değilse cevap isteyen sorular sormaktan yorulmayalım, vazgeçmeyelim: Hablemitoğlu soruşturmasıyla acaba “duvardan” bir tuğla çekilmiş olacak ve o duvar nihayet yıkılacak mıdır?