Geçtiğimiz haftalarda Anayasa Mahkemesi (AYM) benim de aralarında bulunduğum dokuz gazeteci hakkında karara vardı. Düşünce ve ifade özgürlüğü ve adil yargılanma haklarımın hukuksuz tutuklama ve uzun tutukluluk süresi gibi uygulamalar ile ihlal edildiğine dair 27 Kasım 2016 tarihinde avukatlarımın benim adıma yaptığı bireysel başvuru, 2 Mayıs 2019 tarihinde karara bağladı. Yeni neredeyse iki buçuk yıl sonra. AYM aldığı bu kararda haklarımın ihlal edildiğine hükmetti.
30 Ağustos 2016 tarihinde gözaltına alındım ve 3 Eylül 2016 tarihinde terör örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme suçlamasıyla tutuklandım. Avukatlarımız Sulh Hakimliklerine itirazda bulunarak bu tutukluluğa karşı çıktılar ve tahliye talep ettiler. Ne yazık ki bu başvurular artık şablon haline gelmiş “kopyala-yapıştır” gerekçelerle reddedildi.
Bunun üzerine avukatlarımız, 27 Kasım 2016 tarihinde AYM’ye bireysel başvuru yaptılar. AYM başvuru sonrasında alması gereken tedbir kararını almadığı için 22 Aralık 2016 tarihinde de aynı gerekçelerle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuru yapıldı.
AİHM başvurulara öncelik verdi
Bu dönemde önce AYM’ye, sonra da AİHM’e başvuru yapan tek gazeteci ben değildim. Benden önce gözaltına alınıp tutuklanan Ali Bulaç, Şahin Alpay, Nazlı Ilıcak; yine benden önce gözaltına alınıp tutuklanan Ahmet ve Mehmet Altan ile Cumhuriyet gazetesi yazar ve vakıf yöneticilerinden Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Ahmet Şık gibi isimler de hak ihlali konusunda hem AYM’ye hem de AİHM’e başvuru yapmışlardı.
Bütün bu başvurulara AYM’den önce AİHM olumlu cevap verdi. Gazetecilerin başvurularının öncelikli görüşülmek üzere kabul edildiği 2017 yılının Mart ayında basına açıklandı. Devam eden süreçte AİHM, her bir dosya için ayrı ayrı işlettiği süreçte avukatlarımızın yapmış olduğu itirazlara karşı hükümetten savunma istedi. Hükümet her dosya için farklı cevap süreleri kullansa da özellikle benim dosyamda zaman kazanmak için sahip olduğu tüm süre uzatma haklarını sonuna kadar kullandı. Ancak bu süreçte garip olan, AİHM’in hükümetle yazışma ve yargılama sürecini tamamlamış olmasına rağmen henüz karar vermemiş olması. Ya da verememesi.
Acaba neden?
AİHM, karar aşamasına geldiği gazetecilerle ilgili dava dosyalarını neden sonuçlandırmadı?
Alacağı kararla Türkiye’yi zorda bırakmamak için mi?
Özellikle avukatlardan aldığım duyumlara ve gazete haberlerinden edindiğim izlenime göre, AİHM ile AYM arasında bir diyalog mevcut. Bana öyle geliyor ki AİHM’in AYM’ye ‘önce siz karar verin’ şeklinde bir telkinde bulunmuş olma olasılığı yüksek. Sonuçta kendi dosyamdan da biliyorum ki, dosya hakkında en geç 2017 sonunda karar verme aşamasına gelmişti.
İki mahkeme arasındaki bu iletişimden olsa gerek ki AİHM’in öncelik verdiği, haklarında hükümetten savunma istediği, rapor hazırladığı ve muhtemelen karara bağladığı ama açıklamadığı bu başvurulardan dokuzunu AYM’nin ilgili dairesi 6 Temmuz 2018 tarihinde gündemine aldı ve görüştü.
Alt dairenin gündeme alıp görüştüğü bu dosyalar, karara bağlanmak üzere AYM Genel Kurulu’na yollandı. Normal şartlarda bu dosyaların 2018 sonuna kadar karar bağlanması gerekiyordu ama ne yazık ki AYM Genel Kurulu bu başvuruları bir türlü gündemine almadı.
AYM dosyaları davalar bittikten sonra gündemine aldı
AYM Genel Kurulu, alt dairenin 6 Temmuz 2018 tarihinde görüştüğü dosyaları yaklaşık on ay sonra, 2-3 Mayıs 2019 tarihlerinde görüşmek üzere gündemine aldı.
Bu kapsamda değerlendirilen başvurulardan biri de benimkiydi ve hakkımda hak ihlali kararı verildi.
Peki ben ne zaman başvurdum AYM’ye?
27 Kasım 2016.
27 Kasım 2016 tarihinde yaptığımız hak ihlali başvurusu, ancak 2 Mayıs 2019 tarihinde karara bağlanabildi. Yani neredeyse iki buçuk yıl sonra. Bir anlamda iş işten geçtikten sonra. Çünkü bu iki buçuk yıl içinde her şey çoktan yaşanmış ve bitmişti.
Altı köşe yazısı ve sekiz sosyal medya mesajı “delil” sayılarak örgüt propagandasından tutuklandım. Daha az “delil” ile örgüt üyeliği suçlamasıyla 7 ay sonra mahkemeye çıktım. İlk duruşmada savcı suç vasfımın değişebileceği gerekçesiyle tahliyemi istedi, mahkeme tahliyeme karar verdi. O gece henüz daha tahliye edilemeden gece yarısı açılan yeni bir soruşturma ile tekrar gözaltına alınıp, yeniden tutuklandım. Bu kez yine benzer “deliller”le, anayasal düzeni değiştirmek ve hükümeti devirmek suçlamasıyla iki kez ağırlaştırmış müebbet istemiyle hakkımda yeni bir iddianame hazırlandı. Bir 7 ay da bu suçlama için tutuklu kaldım. Toplamda 14 ay tutuklu kaldım. On dördüncü ayın sonunda savcı, suç vasfımın değişebileceği gerekçesiyle yeniden tahliyemi istedi, mahkeme de bu talebi kabul etti ve bu kez özgürlüğüme kavuştum.
Dava sonuçlandı ve ben 3 köşe yazısında “cumhurbaşkanını sert eleştirmek” ve “kamu görevlilerinin görevlerini yapmalarına engel olmak” gerekçeleri ile terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüt propagandası yapmak suçundan 1 yıl 13 ay ceza aldım.
Dava istinaf mahkemesinde onaylandıktan sonra hukuki olarak “yatarım” olmamasına rağmen 43 gün daha tutuklu kaldım.
Sonuç olarak, bu iki buçuk yılın 15.5 ayını hukuksuz biçimde cezaevine geçirdim.
AYM bu hukuksuzluğu başvurudan iki buçuk yıl sonra—yani bir anlamda iş işten geçtikten sonra—aldığı karar ile tescil etti. İhlal kararı yaşayabileceğim en kötü şeyleri yaşadıktan sonra geldi.
AYM’nin çelişkileri
İki buçuk yıl önce yaptığımız başvurunun özü, tutuklamanın, “Özgürlük ve Güvenlik Hakkı” (Anayasa 19./2-3 Madde), “Adil Yargılama Hakkı” (Anayasa 36. Madde), “İfade Özgürlüğü” (Anayasa 26. Madde) yönlerinden haklarımın ihlal edildiği ve bu durumun anayasaya aykırı olduğuydu.
AYM verdiği karar ile “kişi özgürlüğü ve güvenliği ile ifade özgürlüğü” (Anayasa 19. ve 26. Madde) haklarımın ihlal edildiğine karar verdi.
AYM’nin verdiği bu karar benim hukuksuz biçimde cezaevinde geçirdiğim 15.5 ayı geri getirmese de beni kamuoyu huzurunda bir kez daha akladı. Bu açıdan mutluyum. Ama şu da bir gerçek ki, bu mutluluğum buruk. Çünkü AYM, başvurulardan benim dışımda Kadri Gürsel ve Ali Bulaç için hak ihlali kararı verirken, Cumhuriyet gazetesinden Ahmet Şık, Murat Sabuncu, Akın Atalay ve Bülent Utku ile Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak için hak ihlali olmadığına dair karar verdi. Gazetecilik bir kez daha mahkûm edilmiş oldu.
Altı gazeteci hakkında verilen ‘hak ihlali yok’ kararı, AYM’nin daha önce benzer davalarda verdiği kararlarla çelişmektedir. AYM, tutuklama ve serbestlik konularında geçmiş davalardan belli bir içtihat oluşturduğu için, gazetecilerin tutuklanmasının insan hakları ihlali olarak göreceği şeklinde bir beklenti vardı fakat sonuç bu yönde olmadı.
AYM, geçmişte bu konuda verdiği pek çok kararda, hukuk devletinde “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkelerine vurgu yapmış ve kararlarını bunlara göre almıştır. (Örneğin AYM Esas Sayısı: 2011/29, Karar Sayısı: 2012/49)
Somut delil şartı
Diğer yandan AYM, yakın zamanda darbe davalarıyla bağlantılı olarak Şahin Alpay ve Mehmet Altan kararlarında net bir şekilde tutukluluğa gerekçe olan delillerin “tereddütsüz” biçimde açık olması gerektiğini hükme bağlamıştı. Aynı kararda, yazı ve sözlerin darbeye destek niteliğinde suç olarak öne sürülebilmesi için “tereddütsüz bir şekilde darbe çağrısı olarak nitelendirilmesi ve gerçekleşecek olan darbe teşebbüsünü bilerek kamuoyunu buna hazırlamak amacıyla söylediğinin” somut delillerle ortaya konulması gerektiğini ifade etmişti. Söylenen söze ve yazılan yazılara “anlamlar yükleyerek,” bir anlamda yorum katarak, tutuklama yapılmasının insan hakları ihlali olduğu AYM tarafından hükme bağlamıştır. (Şahin Alpay, Mehmet Altan Kararı B. No: 2016/23672) Nitekim AYM aynı nitelikteki Alpay davalarında böyle deliller olmadığını tespit etmiş, tutuklamanın “ihlal” olduğuna karar vermişti.
Hak ihlali verilmeyen diğer altı gazeteci hakkında düzenlenen iddianamelerine baktığımızda AYM’nin ifade ettiği türden açık bir delil görmek mümkün değil. Bakalım gerekçeli kararda bu delilleri görebilecek miyiz?
Gazetecinin eleştirel olması, toplum nezdinde kabul görmüş düşüncelerden farklı düşünceleri yazması yanlış bulunabilir ya da hoş karşılanmayabilir fakat bunlar hukuk karşısında suç değildir. Gazetenin yayın politikası değişti diye gazetecilerin cezalandırılması hukuki değildir. Bu değişiklik eğer emir ile oluyorsa, bu iddianın kanıtlanması için de “somut delil” şartı vardır.
Sonuç olarak AYM bu kararı ile bir kez daha gazeteciliği mahkûm etti. Üstelik başvuruların üzerinden iki buçuk yıl geçtikten sonra.
Bu yazının bittiği günlerde AYM bu kez de 1 Kasım 2017 tarihinden bu yana tutuklu bulunan Osman Kavala’nın “tutuklama tedbirinin hukuki olmaması, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması ve tutukluluk incelemelerinin hakim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapılması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği” gerekçeleriyle yaptığı bireysel başvuruyu oy çokluğuyla (5’e karşı 10 üye) reddetti.
Mahkemenin alt dairesinde görüşüldükten sonra genel kurula yollanan başvuru, mahkeme raportörünün hak ihlali olduğu yönünde görüş bildirmesine rağmen, AYM Genel Kurulu tarafından reddedildi.
Gezi Parkı protestolarının yöneticisi ve organizatörü olduğu gerekçesiyle tutuklanan Kavala, yaklaşık 14 ay boyunca iddianame olmaksızın tutuklu kaldı. Bu 14 aylık süreç boyunca avukatları Kavala’ya yönelik suçlamalara ilişkin bilgi ve belgelere ulaşamadılar ve Kavala mahkeme yüzü görmedi. Bunlar başlı başına birer hak ihlali olmasına rağmen, AYM Kavala’nın bireysel başvurusunu oy çokluğuyla reddetti, hak ihlali olmadığına hükmetti.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianame, gönderildiği İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesince 4 Mart 2019 tarihinde kabul edildi. İlk duruşmasının 24 Haziran’da görüleceği davada Kavala hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis isteniyor. Hazırlanan 657 sayfalık iddianameye bakıldığında mahkemenin daha önce verdiği kararlarında tanımladığı “somut delil” tanımına uyan deliller görmek mümkün değil. Delilden çok yoruma dayanan bu iddianamelerle hukuk devleti olmaktan giderek uzaklaşıyoruz.
AYM bu süreçte hepimiz için bir “umut” olma özelliği taşırken, aldığı çelişkili kararlarla bu vasfını giderek yitiriyor.