Malum, anayasada Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel nitelikleri, “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olarak tarif edilir. Unutmuyoruz: Darbecilerin yaptığı bir anayasadır, ideolojik özü, bu tarif ve diğer yasa önünde bütün yurttaşların “eşit” olduğunu belirten maddelerle çelişen bir nitelik taşır. Ama üzerinde duracağım asıl husus, bu değil; en azından bu yazı itibarıyla.
Hukuk devleti olmak, öncelikle kamu otoritesinin yasalarla bağlı olduğunu anlatan bir kavram. Yani iktidar olduğunuzda, devleti yönetme yetkisini seçimlerle aldığınızda, amiyane tabirle ülkeyi kafanıza ve keyfinize göre değil, yürürlükteki anayasaya göre yönetmekle yükümlü olduğunuzu ifade ediyor.
Kuşkusuz anayasalar da diğer yasalar gibi şartlar ve ihtiyaçlar kapsamında değiştirilebilir, şartlara ve ihtiyaçlara cevap veren bir niteliğe kavuşturulabilir. Fakat tabii ki anayasanın değiştirilmesi, herhangi bir yasa ve yönetmeliğin değiştirilmesinden daha ciddiye alınması gereken bir siyasi ve toplumsal irade sorunu. Mümkün olan en geniş toplumsal mutabakatı sağlamayı gerektirir.
Nitekim Türkiye’nin ülkenin toplumsal, etnik, inançsal, kültürel çeşitliliğini kapsayan ve bu alanlarda yaşanan sorunlara çözüm imkanı sağlayan yeni ve demokratik bir anayasaya ihtiyacı var. 12 Eylül darbesinden bu yana sonuncusu da dahil gelip geçen siyasi iktidarlar, kendi siyasi ihtiyaçlarına göre birçok kez anayasayı değiştirdiler ve mevcut anayasayı deyim yerindeyse yamalı bohçaya çevirdiler. Ancak hiçbirisi, mümkün olan en geniş toplumsal mutabakatı gözeterek ve mevcut toplumsal sorunların köklü çözümüne zemin sunacak yeni bir anayasa yapmaya da yanaşmadılar. Hatırlatma babından da olsa belirtmeden geçemedim.
Hukukun üstünlüğü prensibini esas almak, normalde, devlet-toplum-yurttaş ilişkilerinde, yasaların öngördüğü temel hak ve özgürlüklerin de güvencesidir. Demokratik, laik ve sosyal devlet olma iddiasıyla birlikte, yurttaşların yasa önünde eşit muamele görmesini, kamu hizmetlerinden herhangi bir ayrımcılık söz konusu olmadan yararlanmasını gözetir.
Nitekim Anayasanın 10. maddesinin l. fıkrasında, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” denilir.
Tam da bu noktada “asılicraata bakmak lazım” demenin zamanıdır.
Açık ki anayasa ve yasalarda, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde yurttaşlar arasında ayrım yapılamayacağı gayet somut şekilde hükme bağlanmış olmasına karşın, bunlara asıl anlam ve değer kazandıracak olan işin uygulama safhasıdır. Uygulamada olan şey ise, “eşit yurttaşlık”, “eşit muamele” ve “kamu hizmetlerinden eşit şekilde yararlanma” noktasında çok ciddi sorunlar yaşandığı gerçeğidir. Ne var ki bu sorunlar, öteden beri ciddiyeti ve ağırlığı oranında iktidarıyla muhalefetiyle siyaset kurumunun gündemine giremiyor…
Sorunun kuşkusuz ki toplumun demokratik manada hak ve özgürlüklerine, bu kapsamda “öteki” olanın hak ve özgürlüklerine sahiplenmede ne ölçüde duyarlı olup olmadığı ile de yakından ilgisi, ilişkisi var. Demokrasi ve demokrat olma iddiası, kendi kadar “öteki” olanın sorunlarına gösterdiğiniz yaklaşımla ölçülür, anlam kazanır.
Bunu birçok bakımdan test etmemiz mümkün. Örneğin; Alevilerin “eşit yurttaşlık” talep ve istekleri, Aleviler dışında kimsenin sorunu ve gündemi olamıyor bir türlü. Ne devletin, ne siyaset kurumunun ve ne de toplumun…
Konuya anayasa hükümlerini hatırlatarak girmemin sebebi bu: Devleti yönetenler, seçilerek elde ettikleri yetkilerini anayasa ve yasaları işaret ederek mevcut sorunları çözüme kavuşturacak reformlar hayata geçirmek için değil, sadece iktidarda kalmak için kullanıyorlar. Alevilerin devlet ve kamu hizmetleri nezdinde öteden beri ayrımcılığa uğramasından rahatsız olmuyorlar, aksine popülist siyaset uğruna bu ayrımcılığı daha da ağırlaştıran işler yapıyorlar. Mesela, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınmasına, zorunlu din derslerinin Alevileri mağdur ettiğine yönelik kararlarını uygulamıyor, yok sayıyorlar…
Eğer demokrasi bir “eşit yurttaşlık” rejimi ise, sırf Alevi yurttaşların maruz kaldıkları ayrımcı uygulamalar nedeniyle Türkiye’de işleyen bir demokrasi olduğundan bahsedemeyiz…
Eğer laiklik devletin dinine, inancına, inançsızlığına, ibadetine, ibadet geleneklerine bakmaksızın bütün yurttaşlara eşit mesafede durması ise, Türkiye’de devletin laiklik iddiası palavradan ibarettir…
Eğer hukukun üstünlüğü prensibi yurttaşların devlet, yasalar, kamu hizmetleri konusunda ayrımcılığa maruz kalmayacağının güvencesi ise, Aleviler sırf Alevi oldukları için bu “güvencenin” kapsama alanı içinde değildirler…
Eğer demokrasilerde “devletin dini adalettir” deniyorsa, Aleviler söz konusu olduğunda bu devletin “adaleti”, Osman’ın Ebuzer’e, Muaviye ve Yezid’in Hz. Ali ve Hüseyin’e reva gördüğü zulümden başka bir anlam ifade etmemektedir…
Ve eğer adalet, sadece yargıda değil, hayatın her alanında esas almak gereken bir erdem, dürüstlük, hakkaniyet, vicdan ve ahlak ölçüsü ise, “herkese lazım” ise, Aleviler bu adaleti yüzyıllardır adeta mumla aramaktadırlar…
Tahmin etmek zor olmasa gerek, bazı kudretli siyasiler, “Şu mektepler olmasa Maarif’i ne güzel idare ederdim” diyen Osmanlı’nın son Maarif Nazırı gibi, “Şu Aleviler olmasa…” kafasında; “Aleviler olmasa gayet eşitiz aslında…”
“Sorun” şu ki, Aleviler var…
Deyin ki eşit yurttaşlık sorunlarımıza bir girizgah yaptım; devam edeceğim…
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) haber alma hakkı, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşudur. Derneğimiz başta gazeteciler olmak üzere mesleki faaliyetleri sebebiyle yargılanan kişilere hukuki destek vermektedir.