Oldukça net hatırlıyorum 11 Ocak 2016 gününü. Sur’da sokağa çıkma yasağı ve operasyonlar devam ediyordu. Suriçi aralıksız bombalanıyordu. Her bomba düştüğünde Sur’un hemen yan sokağında bulunan büromun camları sallanıyordu. Bir şey yapamamanın acısıyla büroda dört dönüyordum. Akşam olmasını bekleyemeyecektim, kendimi bürodan dışarı attım. Yürüyerek pazara gittim.
Pazar kalabalıktı. Herkes büyük bir sessizlikle pazar alışverişini yapıyordu. Duyulan tek ses, ara ara gelen bombaların sesiydi. Yıllardır alışveriş yaptığım Hacı Abi’nin tezgahına gittim. Çocuklara çorba yapacaktım, domates lazımdı. Ben domates seçerken bir bomba daha patladı. Gözlerim doldu. Gözyaşlarım domateslere düşüyordu, atkıyla gizlemeye çalışıyordum. Hacı Abi bana baktı: “Utanma kızım” dedi, “maalesef hayat devam ediyor.” “Ama etmemeli Hacı Abi” dedim. “Lanet olsun her şeye, bize de.” Domates alacak halim kalmamıştı. Pazardaki insanların çoğu benim gibiydi. Hayata lanet ediyorlardı. Birileri ölürken hayatın, hayatımızın devam etmesine lanet ediyorduk. Kendimize lanet ediyorduk, yalnızlığımıza lanet ediyorduk. Burada yaşananlara Batıdakilerin bir tepki göstermemesine lanet ediyorduk. Yalnız hissediyorduk, çok yalnızdık.
O akşam eve döndüğümde Türkiye’nin farklı illerinden 1128 akademisyenin “Bu suça ortak olmayacağız” başlığıyla bir bildiri yayınladıklarını öğrendim. O bildiri, o gün bana ilaç gibi gelmişti. Biliyorum ki bölgede yaşayan birçok insana da ilaç gibi geldi. Barış Akademisyenleri’nin bildirisi, bu ülkede hala bir yerlerde umut var hissiyatımı güçlendirmişti, yaşadıklarımıza dayanma gücümüzü arttırmıştı.
Barış Akademisyenleri, o günlerde Batıda hiçbir grubun yapmaya cesaret edemediği bir şeyi yaptılar; yüzlerini devlete doğru dönerek, devlete konuşma cesareti gösterdiler. Devlete “Biz, sizin işlediğiniz suçlara ortak olmayacağız, bu savaşı kabul etmiyoruz” dediler. Soruşturmalar, gözaltılar, işten atılmalar, hedef göstermeler hemen başladı. Birçoğu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Barış Akademisyenleri gibi Türkiye’nin nüfusu düşünüldüğünde ancak bir avuç insan, Kürt kentlerinde yaşanan yıkıma, savaşa karşı çıktı. Ses çıkaranlar da bunun bedelini ağır ödediler.
Bir haftadır Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını izliyoruz. Ruslar bu işgale, savaşa karşı oldukça güçlü bir şekilde ses çıkarıyorlar. Tutuklanacaklarını ve başlarına birçok kötü şeyin gelebileceğini bile bile Rusya’da yüzbinler savaşa karşı yürüyor. Yazarlar, akademisyenler, sanatçılar bildiriler yayınlıyor. Rus aktivistler, insanları “savaşa hayır” demeye sokaklara çağırıyor. İnsan hakları savunucusu Lev Ponomavyov tarafından başlatılan imza kampanyası, birkaç saat içinde 150 bin imzaya ulaşıyor. Sosyal medya platformu Telegram'da yayılan “savaşa hayır” bildirisinde ise imzalar 300.000 aşmış durumda. Ülkede 250'den fazla gazeteci, “savaşa hayır” başlıklı, Ukrayna’ya saldırıyı kınayan açık bir mektup yayınladı. Yüzlerce bilim insanı, belediye meclis üyeleri bu mektuba destek verdiklerini açıkladı. 2021 Nobel Barış Ödülü'nün sahibi, Rus Novaya gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Dmitri Muratov, “Ukrayna'yı düşman, Ukrayna dilini de düşmanın dili olarak tanımayı reddediyoruz. Bunu asla kabul etmeyeceğiz” diyerek gazeteyi geçtiğimiz Cuma Ukraynaca ve Rusça olarak çıkardı. Gazeteciler, öğretmenler, hekimler, sporcular, devlet yetkililerinin en yakınları bile Rusya’da yüksek sesle “savaşa hayır” diyorlar.
Rusya’da bunlar devam ederken Türkiye’de de birçok insan bu savaşa ya da işgale karşı çıktıklarını beyan etti. Doğrusu, Türkiye’den çıkan savaş karşıtı sesleri gözlerim yaşararak izliyorum. Meğer, ne çok barışseverimiz varmış bu ülkede de biz görmemişiz. Suriye’ye atılan füzelerin üzerine isimlerini yazdıranlar bile barışsever olmuşlar meğer. Söz konusu Kürtler olduğunda kılını kıpırdatmayanlar hatta ve hatta “Oh olsun”, “Aşk bodrumda yaşanır” diyenler meğer barışsevermiş. Türkiye barışseverlerle dolup taşıyormuş da bizler Diyarbakır’dan, Nusaybin’den, Şırnak’tan görmemişiz meğer.
Türkiye’deki bu barış yanlılarını görünce, aklıma altı yıl öncesi düşüyor elbet. Sur düşüyor aklıma. Altı yıl önce bugünlerde yerden cenazeler kaldırılabilsin diye nasıl çabaladığımız düşüyor. Cizre düşüyor aklıma, sokağa çıkma yasağından dolayı gömülemediği için cenazesi bir soğutucuya konan 12 yaşındaki Cemile düşüyor. Silopi’de uykusunda gelen bir kurşun ile yatağında öldürülen 10 yaşındaki Memo düşüyor. %70’i yok olan Şırnak düşüyor.
Altı yıl önce kendi ülkesinin bir bölgesine bombalar düşerken duymamazlıktan, görmemezlikten gelenler, insanlar ölürken sesini çıkarmayanlar, bugün Türkiye’de “savaşa hayır” paylaşımı yapıyorlar. Barıştan yana isen bazı savaşlara hayır deyip, bazı savaşlara evet diyemezsin. Her savaşa hayır demiyorsan, barıştan yana olamazsın. Başka ülkedeki savaşa hayır demek kolaydır, korkakçadır da. Herkesin ne kadar savaş karşıtı olduğu, kendi ülkesinin girdiği savaşlarda ses çıkarıp çıkarmadığında belli olur.
Şimdi bazı insanların “Ama Türkiye’de savaş yok, terör var” cümlelerini duyar gibiyim. Bir ülkede bombalar atılıyor, silahlar patlıyor, insanlar ölüyorsa ve ister karşıdaki devlet olsun ister olmasın iki taraf çatışıyorsa bu bir savaştır. 40 yılda 40 binden fazla insan ölmüşse eğer, o ülkede savaş vardır.
Barış yanlısı olmak, hangi tarafın haklı, hangi tarafın haksız olduğu ile de ilgili bir tutum değildir. Barış yanlısı olmak demek savaşmadan müzakerelerle sorunun çözülmesini talep etmek ve bu yolda çaba sarf etmek, mücadele etmektir.
Kime anlatıyorum ama bunları değil mi? Söz konusu Kürtlerse savaş bu ülkede bir teferruattır. Barış talebi de olsa olsa Fırat’ın doğusuna kadardır.
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) haber alma hakkı, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşudur. Derneğimiz başta gazeteciler olmak üzere mesleki faaliyetleri sebebiyle yargılanan kişilere hukuki destek vermektedir.