TUNCA ÖĞRETEN
Babıalili meslek büyüklerimiz gibi müdavim olunan meyhane ya da barlarda değil, adliye koridorlarında buluşuyoruz. Adliye muhabirlerinin yargı haberleri yerine, yargılanan gazeteci ya da akademisyenlere mesai ayırabildiği dönemler biraz daha yakınlaştırıyor bizi birbirimize.
Tatsız bir perşembe (10 Ocak) sabahı. Soğuk, yağmurlu.
İki gün önce Bakan Berat Albayrak’ın sızdırılan e-postalarını haberleştirdiğim için 19 buçuk yıl hapis cezası istemiyle yargılandığım davanın bir celsesi daha görülmüş, “Umarım cezaevinde yattığım bir yıl ile kafa kafaya gelecek bir ceza çıkar” cümleleri defalarca ağızdan çıkmış.
Bir gün sonra yeniden adliyenin yolunu tutuyorum. Her randevuya ya geç kalan ya da ucu ucuna yetişen bir insan olarak duruşma saatine birkaç dakika kala varıyorum mahkeme salonunun kapısına.
Kapıda, yargılanmayı ve yargılanan gazetecilerle dayanışmayı alışkanlık haline getirmiş Sınır Tanımayan Gazeteciler’den Erol Önderoğlu, Medyascope’tan Canan Coşkun, Evrensel’den Cansu Pişkin, Bianet’ten Tansu Pişkin ve birkaç diğer gazeteci ile karşılaşıyorum.
Sarılıp öpüşüyor, birbirimize takılıyoruz. Her birimiz diğerinin gözünde tatlı birer teröriste dönüşmüş. ‘Suçlarımız’ hakkında dalga geçiyor, gülüp eğlenerek duruşmanın başlamasını bekliyoruz.
Artık, Babıalili meslek büyüklerimiz gibi müdavim olunan meyhane ya da barlarda değil, adliye koridorlarında buluşuyoruz. Adliye muhabirlerinin yargı haberleri yerine, yargılanan gazeteci ya da akademisyenlere mesai ayırabildiği dönemler biraz daha yakınlaştırıyor bizi birbirimize.
Bu sırada kendi de farklı bir dosyadan yargılanan bir gazeteci arkadaşımın mesajı düşüyor telefonuma. Kusura bakmayacakmışım, gelmeyi çok istemiş ancak gazetelerinden bir muhabir farklı bir adliyede yargılanacağı için öncelik olarak onun yanında olması gerekiyormuş. Bir kez daha anlıyorum ki, meslektaşlarımızın yargılanmalarına yetişemez duruma gelmişiz artık. Ve en kötüsü de bu durumu haddinden fazla kanıksamış ve normalleştirmiş buluyorum kendimi. Bu farkındalık anı çok kısa sürüyor.
Duruşma yarım saat gecikmeli başlıyor. Mübaşir nazikçe davet ediyor hepimizi salona. Yerlerimizi alıyoruz.
Önceki gün iki benzemez örgüte üye olmamakla birlikte yardım ve ‘duruma göre’ (duruma göre nasıl oluyorsa…) devlet sırrı ifşası ile yargılanmış bir gazeteci olarak bu günkü ‘suçum’ ise cumhurbaşkanına hakaret…
Yalnız bu konuda da çok maharetliyim. Zira sanık sandalyesinde oturuyor olmamım sebebi, yaptığım söyleşide sorularımı yanıtlayan yazar Perihan Mağden’in, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı ‘köşeye sıkışmış bir kaplan’a benzetmiş olması.
Evet, evet!.. Mağden’in bu teşbihi üzerine hem ona, hem de bana ‘cumhurbaşkanına hakaret’ gerekçesiyle dava açıldı.
Karar duruşması görülmeye başlıyor. Yüzünden hoş sedasını eksik etmeyen, iddianamenin, yargılanma gerekçelerinin ne kadar saçma olduğunu iki buçuk yıldır bir türlü karar/ceza veremeyerek gösteren kadın yargıcımız son sözlerimi soruyor…
“Sayın yargıç, daha önceki, sayısını şimdi hatırlamadığım celselerde de söylediğim gibi” diyerek başlıyorum söze ve devam ediyorum:
“Bir insana hakaret etmek için ‘ayı’, ‘eşek’, ‘öküz’ gibi hayvanların isimlerinden yardım alabilirsiniz ama ‘kaplan’ diyerek hakaret edildiğine hiç şahit olmadım ben. Beğendiğimiz, hoşumuza giden insanları ‘aslanım’, ‘kaplanım’ diye över dururuz.”
Elbette yargıç da söyleşide geçen ve davaya sebep olan bu benzetmenin hakaret olmadığının, olamayacağının farkında… Ancak yine de yüzündeki çaresiz tebessümle dinliyor beni. Ve ben yargıcın yüzündeki çaresiz tebessümün ne anlama geldiğini iyi biliyorum. “Sana ceza vermemem lazım ama vermezsem de… Biliyorsun işte! Konuşturma beni” tebessümü o.
Vereceği kararı düşünmek için ara veriyor duruşmaya. Aslında düşüneceği şey karar da değil. Gazeteci yargılamalarında her karar henüz iddianame hazırlanmadan belirleniyor zaten. Verilen aranın tek sebebi prosedüre uymak olsa da, yargıçlara karşı bu kadar da acımasız olmak istemiyorum. Muhtemelen o aralarda vicdanlarıyla savaşıyor da olabilirler. Şimdi kalkıp tepki göstereceksiniz “Kardeşim, korkuyorlarsa yapmasınlar o zaman bu mesleği” diye… Doğru ama elimde değil; ben celladıma karşı da merhametli olmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Kim bilir? Belki de bu vicdan muhasebelerinin sonucunda bir gün en sert biçimde “Yeter artık” diyecek olanlar yargıç ve savcılar olacak.
Kapının önüne çıkıyoruz. Goygoy yaparak geçiriyoruz o birkaç dakikayı da. Hazin tablonun özneleri olmak bizi de arsızlaştırmış. Başımıza örülen çorapların desenleriyle dalga geçmeden duramıyoruz. Müptelası olmuşuz davaların. Bu arada ben diğerlerine “Görürsünüz… Yargıç beraat kararı verecek” diyerek takılıyorum. Karşı çıkıyorlar. Cansu, telefonunun kamerasını açarak sözlerimi kayıt altına alıyor. Boşvermişlikte seviye atlayıp, onların “Ceza alacaksın” sözüne karşı bir rakı masasına iddiaya dahi giriyorum.
Mübaşir yeniden salona davet ediyor. Çaresizce bir tebessüm daha bırakıyor gözlerime yargıç ve… Önce bir yıl, bilmem kaç ay hapis cezası veriyor, sonra da cezayı 11 aya düşürerek 7 bin lira para cezasını kitleyiveriyor. Yüzsüzlük böyle bir şey… “Oh be!” Diyorum içimden. Az geliyor verdiği ceza. Utanmasam “Acımadı ki, acımadı ki” diye bağıracağım yargıcın yüzüne.
“Kolay gelsin” diyerek, el sallayarak çıkıyorum salondan dışarı. “Gördünüz mü? Beraat gibi karar” diyorum çocuklara. “Vallahi öyle”ler birbirine çak yaparak dolaşıyor adliye koridorlarında. Ancak teknik olarak yine de rakı iddiasını kaybediyorum. Ceza bir anda artıyor: 7 bin liralık söyleşi hesabı artı 100’lük rakı ve mezeler!
Bir kez daha Türkiye’de gazeteciliğin ne masraflı bir meslek olduğunu idrak ediyorum. Hem üç kuruş para kazanacaksın hem de kazandığının birkaç katını ceza olarak ödeyeceksin. Bir de hapis cezası vermemesini ‘beraat gibi’ diye değerlendireceksin.
Meslektaşlarımı, başka gazetecilerin davalarına katılmaları için adliyede bırakıp çıkıyorum. Ve Tunca ile baş başa kaldığımda ne denli bir manyaklığın içine düşmüş olduğumu idrak ediyorum.
Evet, manyaklık.
Yaşadıklarımız, iktidar güdümlü/çekinceli yargının durumu ya da mil yerine devlet onaylı sarı basın kartlarıyla uçaklardan inmeyen ‘meslektaşların’ hali değil manyaklık olan. Asıl manyaklık, aldığımız cezaları artık normal görüyor oluşumuz, kabullenişimiz. Bir yıl tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilmeyi hukuk, tutukluluğumuza denk gelecek cezalar alışımızı da beraat zannetmeye başladık.
Tek adam iktidarı, onun tetikçi medyası ve dişleri arasında sindirdiği yargısı… Sakalı birbirine karışmış, çatık kaşlı, kafasında sarığı, sırtında cübbesi ve elinde kızılcık sopasıyla cumhuriyet öncesi dönemdeki hocalarına benzer bir medrese tedrisatından geçirdi hepimizi. Öyle ki, her tokatta “Eyvallah” diyerek diğer yanağımızı çevirir hale geldik. Tutuklu yargılama mı? Eyvallah! Bir haber nedeniyle örgüt propagandası mı? Eyvallah! İktidarın yediği naneleri haber yaptık diye “devlet sırrı ifşası” mı? Eyvallah!
“İllallah” deme vakti geldi, geçiyor. Yazmakla, eleştirmekle, tiz bir sesle “Böyle de olmaz ama” demekle, yurt dışından alınan fonlarla geçinmeye çalışmakla, yine o fonlarla sağlanan avukat destekleriyle çıkılan duruşmalarda verilen kararları normalleştirmekten, hukukiymiş gibi tasdik etmekten başka bir şey yapmıyoruz.
Belki tiyatroda sergilenen oyunu beğenmiyoruz ama en ön sıradan bilet almayı da ihmal etmiyoruz. Böylece turne şehir şehir gezmeye devam ediyor.
Vakit “illallah” vakti… Hadi!
Bu yazı Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı'nın desteklediği Adaletten Hikayeler başlıklı proje kapsamında yayınlanmıştır.