CAFER SOLGUN
Hiç kuşku yok ki her ebeveyn, dünyaya getirdiği ve en azından belirli bir yaşa değin sorumluluğunu taşıdığı çocuğunun öncelikle “
iyi bir insan” olmasını ister. Nihai olarak değerler eğitiminin amacı da budur.
Ne var ki “büyüklerin” dünyasında “iyi olmak” hali, birçok şarta bağlı olarak oldukça değişik anlamlar ifade ediyor. Kişinin toplumsal hiyerarşideki yeri ve etnik, dinsel, ideolojik hassasiyetleri bu şartların belli başlı olanlarıdır diyebiliriz.
Aslında “
iyilik” denilince herkesin ilk aklına gelen değerler birbirinden çok da farklı değil; doğruluk, dürüstlük, sorumluluk, saygı, sevgi, adil ve barışçıl, hoşgörülü olmak gibi. Ancak büyüklerin hassasiyetleri, maalesef demek gerekir, çoğu zaman bilinen veya olması gereken bu iyilik normlarını gölgede bırakan bir önem kazanıyor. Bu, “büyüklerin” kendi ilişkileri açısından da böyle ve çocuklarına da bilerek ya da bilmeyerek yansıtıyorlar.
Kuşkusuz öncelikle devletin anlayış ve tutumu önemli. Bu, deyim yerindeyse adeta kıblesi “
devlet” olan bir toplumda daha da belirleyici bir anlam ifade ediyor. Devletin ideolojik hassasiyetleri toplumun hassasiyetleriyle örtüştürüldüğü oranda “
farklı” olan, değişik düzeylerde bir “
ötekileştirme” uygulamasına maruz kalmaktan kurtulamıyor.
Bizde oldum olası devlete hakim olan ideolojik tercihler, hassasiyetler ne ise toplumu da ona göre şekillendirme konusunda hummalı ve sistematik bir faaliyet vardır. Siyasilerin özellikle seçim zamanlarında “devlet, millet içindir” şeklindeki nutuklarının tercümesi, aslında tam tersidir: “Millet”, devlete göre şekillendirilmelidir. Yoksa davulcuya zurnacıya varırlar misali bir zihniyetin yansımasıdır bu.
Bu çabanın birincil hedefi de çocuklardır. Madem ki çocuklar geleceğimizdir, o halde çocuklara “
yatırım” yapmak gerekir. Eğitim de bunun başlıca aracıdır…
Konu hayli derin ve kapsamlı bir konu. Asıl meramımızdan çok da uzaklaşmamak için hemen sadede geleyim.
“Değerler eğitimi” adı altında okul öncesi çocuklara “iyi insan” olmanın evrensel normlarını benimseyecekleri bir eğitim vermek yerine, “vatanseverlik” görünümünde “milliyetçilik”, Kemalizm empoze edilen bir anlayış ve uygulamanın varlığına önceki yazımda kendi deneyimimi örneklendirerek dikkat çekmiştim. Fakat uzun zamandır birçok eğitim kurumunda bunun farklı bir versiyonu da yaşanıyor ve devlet tarafından da destekleniyor, teşvik ediliyor.
Yine kendi deneyimimden hareketle anlatayım…
‘Çocuklara Allah sevgisi kazandırmak için…’
Kızım Zerya’nın “
Düşmanlar yine gelecek mi baba? Atatürk de yok?” diye sormasına neden olan kreşten onu aldıktan sonra başka bir yer araştırdık.
Yine evimizin yakınlarında adı “kolej” olan bir yer bulduk. “Kolej” deyince normal okullardan daha kaliteli bir eğitim veriliyor, çocuklarla daha iyi ilgileniliyor filan diye düşünülür. En azından ben öyle düşünüyordum.
Yazarım çizerim ya (o zamanlar TV’lerdeki tartışma programlarına da çağrılıyordum), okulun müdürü beni tanımıştı. Gayet saygılı karşıladı. Ben yine de ne olur ne olmaz, önceki okuldaki tecrübemizi anlattım ve Kürdüm, Aleviyim, solcuyum, ama ebeveyni olarak biz bile çocuğumuza kendi ideolojik tercihlerimizi yansıtmıyorken gittiği okulda böyle şeylere maruz kalması çok yanlış gibi şeyler dedim. Adam hak verdi, bizde olmaz böyle şeyler dedi. Sözüne itibar ettim safça.
Kızım başladı okula. İlk defa kendi başına servis aracına da o okula giderken bindi. Fakat birkaç ay geçmeden Zerya’nın genel durumunda bazı değişiklikler fark ettik. Mutlu, neşeli, yaşına göre oyunlar oynamayı seven, meraklı, ilgiyle o ne bu ne diye sorular soran bir çocuk iken (4.5 yaşındaydı), çevresine endişeli gözlerle bakan, içine kapanık bir çocuk olmaya başladı. Zaten biraz yapısı itibarıyla “mahcup”, çekingen bir çocukken daha da içe kapalı olması, düşündürücü geldi bize. Bir gün akşam yemeğine oturduğumuzda, “Yemek duası okumayacak mıyız?” diye sorunca düştü jetonlarımız. Aynı günlerde uyumaya hazırlanırken de dua okumaktan bahsetti annesine. Ama beynime “mıh” gibi saplanıp kalan bana söylediği şu sözler olmuştu: “
Biz onu göremiyoruz ama o bizi görüyor…”
Bir çocuğun gözlerinden, zihninden, dünyasından düşünün bir an için lütfen; bundan daha korkunç bir şey olabilir mi? Her an gözaltındasın… Her an gözetleniyorsun… Hiçbir anında kendi başına değilsin… Sen onu göremiyorsun ama o seni hep görüyor… Düpedüz korku filmi gibi…
Olacak şey değil! Bilmeden çocuğumuzu ne tür bir okula yazdırmışız! Derdi, çabası “eğitim” değil dindarlık, “Allah korkusu” empoze etmek olan sözüm ona bir okul!
Ertesi gün soluğu müdürün odasında aldım. Meğerse çocuklara o yaşta “
Allah sevgisi” kazandırmak gibi bir vazifeleri varmış! Bunu da “değerler eğitimi” adı altında yapıyorlarmış üstelik! Yaşıtı çocuklarla oyunlar oynayarak anlayabileceği, anlam verebileceği yararlı bir şeyler öğrenmesi gereken yaşta…
Müdürü, öğretmeni, sözüm ona pedagogu, ilgili kim varsa her biriyle konuştum ve hepsi de papağan gibi aynı şeyi tekrarladılar; “Çocuklara Allah sevgisi kazandırmak için…”
Laf aramızda, çocuğu ve çocuklar söz konusu olduğunda aklı başında her ebeveyn gibi ben de bir parça zıvanadan çıkma hakkımı orada kullanmış olabilirim ki bilenler bilir normalde asla öyle biri değilim…
Tabii ki oradan da aldık çocuğu. Kırk katır kırk satır arasında nispeten daha “ılımlı” ve öncelikle “okul” olmayı önemseyen bir eğitim kurumuna yazdırdık; idare ediyoruz diyelim…
Okul öncesi çağlarında bir çocuk için “
iyilik”, örneğin bir arkadaşıyla oyuncağını paylaşırken hissettiğidir. Ebeveyniyle iyi vakit geçirdiği zamanlarda yaşadığıdır. Sevdiklerini sevindiren bir başarısıdır ve o başarı nedeniyle aldığı övgüdür. Annesinin sevdiği bir yemeği yapması veya babasının sevdiği bir oyuncağı nihayet almasıdır… Dünyaları sadedir, riyadan uzaktır, hesapsız ve içtendir…
O çağlarında bir çocuk için “
kötülük”, ancak büyüklerinin “yaramazlık” olarak nitelendirdiği bir davranışıdır. Neden “kötü” olduğunu idrak ettiği ölçüde de o davranıştan vazgeçer zaten.
Bir çocuğun dünyasında iyilik, sadece iyiliktir. Kötülük ise, yaramazlık. “Sevap” veya “günah” değil.
Büyüdükçe iyilik ve kötülük kavramları, çocukken edindiği erdem ve değerlerle uyumlu olacak şekilde daha geniş anlamlar kazanır. Örneğin sağlıklı bir çevre ve ortamda yetişmiş ve “değerler eğitimi” diye psikolojisini bozan ezberler değil de iyilik, güzellik ölçüleri edinmişse, bilir ki dini, dili, ırkı ne olursa olsun bütün insanlar eşittir ve ırkçılık, insanlar arasında ayrım yapan anlayışlar kötüdür…
Uzmanlar, 12 yaşına değin çocuklara din, devlet, millet gibi soyut kavramlar öğretmenin çocuk haklarını ihlal etmek olduğunu söylüyor. Özellikle “Allah sevgisi” veya benzer bir başka gerekçeyle din eğitimi, çocuklarda kaygı bozukluğu, özgüven eksikliği, stres ve üstesinden gelemeyeceği bir edilgen kişilik oluşmasına neden olmaktadır.
Çocuğa “iyi” ve “kötü” kavramlarını idrak edemediği dinsel referanslar eşliğinde öğretmek, çocuğun psikolojisini bozmanın yanında bütün dünyasını allak bullak etmenin ötesinde hiçbir sonuç üretmez. “Şunu yaparsan günaha girersin” veya “Bunu yaparsan Allah seni sever” türü söylemler apaçık çocuğu ceza ile tehdit etmektir, korkutmaktır ve bu korku, giderek “cennet”, “cehennem” kavramlarıyla birlikte hayatı ona zindan eder.
Bütün dinlerin ahlak, iyilik telkin eden bir öğretileri vardır. Ancak sözcüğün geniş manasında iyi olmak, ahlaklı olmak ile dindar olmayı özdeş kılmak yanlıştır. Bilerek veya bilmeyerek yaygın olarak paylaşılan bir yanılgıdır. Tarih boyunca ve halen de “din” adına girişilen savaşları, işlenen insanlık suçlarını, din kisvesi altında yürütülen kötülükleri hatırlayın…
Her toplumun kendi özgün şartları içerisinde oluşmuş ve evrensel olarak anlam kazanmış iyi insan olmak değerlerini din ile açıklamak, din ile gerekçelendirmek bu işin “siyasetini” yapan şarlatanların okuduğu bir mavaldır.
Gelgelelim, kendi deneyimim üzerinden ortaya koymaya çalıştığım sorun, giderek daha da ağırlaşan bir sorunumuz olmaya da devam ediyor.
‘Çaktırmadan’ dindarlık
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. M. Şevki Aydın, aylık Diyanet dergisinde, “
Din/inançlar bütün değerlerin en derininde yer alır, onların oluşumunda en belirleyici role sahiptir” dedikten sonra şöyle devam ediyor:
“Öğrencinin bu süreci en iyi şekilde ve zevkle yaşamasını kılavuzlayarak
hiç çaktırmadan (vurgu bana ait-CS) istenen sonuca onun bizzat kendisinin ulaşmasını sağlamak, takrir odaklı/ezberci eğitimden geçmiş ve eğitimciliği bilgi aktarmaktan ibaret gören biri için mümkün değildir. Bu, yepyeni bir formasyon, yeni bir bilgi ve beceri donanımı gerektirmektedir. Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendi eğitim kurumlarında gerçekleştirmek istediği işte budur.”
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş da geçtiğimiz Ocak ayında katıldığı bir Kuran kursu açılışında, 4-6 yaş çocukları için açılan Kuran kurslarının “Türkiye’nin manevi kalkınmasında devrim niteliğinde çok önemli bir proje” olduğunu söylemiş ve konuya verdikleri önemi şu sözlerle
ifade etmişti:
“İnsanoğlunun karakter oluşumu yedi yaşından önce yüzde 70’ler nispetinde oluşuyor. Biz de istiyoruz ki bir Kuran kursu öğreticimizin, vaizimizin, müftümüzün, müezzinimizin katkısı olsun insanımızın karakter yapısının oluşumunda.”
Diyanet İşleri Başkanlığı 2021 yılına ilişkin
faaliyet raporu, MEB’e bağlı okul öncesi eğitim kurumlarına gitmesi gereken 4-6 yaş arasındaki çocuklardan 782 bin 694’ünün, 2015-2021 yılları arasında Diyanet’in Kuran kurslarına katıldığını ortaya koyuyor. Buna göre 2015’te 15 bin 265 olan kurslara katılan çocuk sayısı, her yıl katlanarak artış gösterdi, 2020 yılında 181 bin 808’e kadar yükseldi.
Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz yılın sonlarında toplanan Milli Eğitim Şûrası’nda da din eğitiminin okul öncesi eğitim için zorunlu olması kararı alınmıştı.
Siyasi iktidar, “Dindar nesiller yetiştireceğiz” şeklindeki politikasını çocuklar üzerinden hayata geçirmek için BM Çocuk Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere ne uluslararası hukuku ne de anayasayı dikkate almak gereği duymuyor.
Sorun, herkesin şapkasını önüne koyup ciddiyetle üzerinde durması gereken bir sorundur.