Köşe Yazıları

Cemal Kaşıkçı, siyaset ve ödenmeyen bedeller üzerine bir deneme: Vitrin süslemeleriyle geçen üç buçuk sene

Cemal Kaşıkçı, siyaset ve ödenmeyen bedeller üzerine bir deneme: Vitrin süslemeleriyle geçen üç buçuk sene
CANSU ÇAMLIBEL
“Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetinin nihai sorumluluğunun Suudi Arabistan'ın veliaht Prensi Muhammed Bin Selman'a ait olduğunu değerlendiriyoruz. 2017'den bu yana Veliaht Prens, Krallığın güvenlik ve istihbarat teşkilatları üzerinde mutlak kontrole sahipti. Suudi yetkililerin Veliaht Prens'in izni olmadan bu türden bir operasyon gerçekleştirmesi imkânsız. Bu tespitimizi, Veliaht Prens'in kilit bir danışmanı (El Kahtani) ve ‘Hızlı Müdahale Gücü’ (RIF) olarak bilinen seçkin koruma ekibinin yedi üyesinin operasyona doğrudan dahil olmasına dayandırıyoruz. Suudi Kraliyet Muhafızlarının bir alt birimi olan RIF, Veliaht Prensi savunmak için var, sadece ona cevap veriyor. RIF Krallıkta ve yurtdışında Veliaht Prens'in talimatıyla daha önceki muhalif bastırma operasyonlarına doğrudan katılmıştı. Muhammed Bin Selman'ın onayı olmadan RIF üyelerinin Kaşıkçı'ya yönelik operasyona katılmayacağını düşünüyoruz.” Yukarıdaki analiz, ABD Ulusal İstihbarat Direktörlüğü (DNI) tarafından 25 Şubat 2021’de kamuoyuna açık hale getirilen istihbarat raporunda yer aldı. (Hatırlatalım, ABD Ulusal İstihbarat Direktörlüğü, içinde CIA ve FBI’ın da bulunduğu 16 ayrı istihbarat örgütünün çatı kurumudur.) Aslında Amerikan istihbaratı bu sonuca, raporun kamuoyuna açıklanmasından iki yıl önce varmıştı. Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan Başkonsolosluğunda öldürüldüğü tarih olan 2 Ekim 2018’den sadece iki ay sonra dönemin CIA Direktörü Gina Haspel, ABD Senatosuna verdiği kapalı brifingde cinayete dair elde ettikleri delilleri ve bulguları paylaşmıştı. Hatta o brifingden bir hafta kadar önce MİT Başkanı Hakan Fidan, Washington’a gidip bir grup senatörü yine gizli bir oturumda bizzat bilgilendirmişti. O günlerde Beyaz Saray’da Donald Trump oturuyordu. Veliaht Prens Muhammed Bin Selman (MBS) Trump yönetiminin gözdesiydi. MBS’yi hem aşırıcı Selefi akımlara karşı kullanışlı bir “liberal” aktör olarak görüyorlar hem de Suudi Krallığının devasa silah ihracatı ile Amerikan silah sanayisine yapmakta olduğu cömert katkı, Trump ailesinin gözlerini kamaştırıyordu. Amerikan basınına Beyaz Saray içinden sızdırılan bilgilere göre Trump’ın damadı Jared Kushner, MBS ile WhatsApp üzerinden yazışacak kadar yakın ve teklifsiz bir ilişki içindeydi. Bütün bunların toplamı nedeniyle Trump yönetimi, Amerikan istihbaratının Kaşıkçı cinayetinden sadece iki ay sonra masaya koyduğu raporu sümen altı etmeyi tercih etti. Aynı dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ittifak ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli, Trump yönetiminin aksine, Kaşıkçı cinayetinin asıl faili olarak MBS’yi bizzat hedef almaktan kaçınmıyorlardı. Eli yüksekten açmışlardı; Ankara, ucu MBS’ye ulaşmayan hiçbir senaryoya razı gelmeyecekti. Ancak Kaşıkçı’nın katledilmesinden sadece bir sene sonra Erdoğan’ın tonu dikkat çeker biçimde değişmeye, köşeler yumuşamaya başladı. Erdoğan, 30 Eylül 2019’da Cemal Kaşıkçı’nın öldürülene kadar köşe yazarlığı yaptığı ABD’nin etkili gazetesi Washington Post için kaleme aldığı makalede adalet çağrısını yinelerken bu kez Veliaht Prens MBS’den hiç bahsetmedi. Daha önemlisi, Erdoğan yazısında Kaşıkçı'yı öldüren ve cesedini parçalara ayıran 15 kişilik suikast ekibinin Krallık hükümeti içindeki bir “gölge devletin çıkarlarına hizmet ettiği” tezini işledi. “Paralel devlet” kavramı üzerinden Türkiye iç siyasetinde çok uzun süre ekmek yiyen AKP hükümeti, Riyad ile köprülerin tamirini çıkarlarına uygun bulduğu için benzer bir kavramsallaştırmayı Cemal Kaşıkçı davasına uyarlamakta bir beis görmüyordu. AKP’nin Suudi Arabistan’ı yöneten Kraliyet ailesi ile suikast ekibini ayrıştırma politikası aslında iki buçuk sene önce başlayan bir süreçti. Oysa o dönem Birleşmiş Milletlerin Yargısız İnfazlar Özel Raportörü olarak görev yapan Agnès Callamard’ın ulaştığı sonuçlar da CIA’den farklı değildi; MBS’nin suikast talimatını veren kişi olduğu konusunda şüphe yoktu. Ancak Callamard’ın 2019’da Birleşmiş Milletler adına kaleme aldığı rapor, işi bir adım daha ileri taşımıştı. Callamard, Kaşıkçı suikastı için açıkça “devlet operasyonu” diyordu: “Suudi yetkililer, bunun ‘haydut bir operasyon’ olduğunu iddia ediyor. Ancak, uluslararası hukuka göre Cemal Kaşıkçı cinayeti bu tanıma uymuyor. Bu suçun her yönü Suudi devletinin sorumluluğunu içeriyor. Öldürme ekibindeki kişiler Suudi devlet yetkilileriydi. Ekip, resmi bir görev olarak Türkiye'ye gönderildi. Cinayeti gerçekleştirenler Türkiye'ye diplomatik izni olan bir jetle girdiler; ekibin iki üyesinin Suudi diplomatik pasaportu vardı. Cinayeti Suudi konsolosluğu içinde işledi. Olay yerinin temizlenmesi için 17 Suudi devlet yetkilisinden oluşan bir takip ekibi Türkiye'ye gönderildi. Bu, birkaç ‘haydut’ kişinin eylemi değildi. Operasyonun tüm unsurları Suudi Arabistan devletinin sorumluluğunu göstermektedir.” Özetle, aslında Callamard’ın raporuyla birlikte Birleşmiş Milletler, ABD dahil hiçbir ülkenin alamadığı pozisyonu alıyor ve Suudi Krallığını Cemal Kaşıkçı suikastından bizzat sorumlu tutuyordu. Ancak Suudi Arabistan, şeriat ile yönetilen bir diktatörlük olmasına rağmen dünyanın kanıtlanmış petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde 17'sine sahip olması nedeniyle uluslararası toplumun sırtını dönemediği bir ülke olmaya devam ediyordu. Suudi Arabistan, 2019’da dostlar alışverişte görsün kabilinden kapalı kapılar ardında görülen bir davada Cemal Kaşıkçı’nın ölümüyle ilgili olarak beş kişiyi idam, üç kişiyi hapis cezasına çarptırdı. Ertesi yıl, Kaşıkçı'nın oğullarından birinin katilleri affetmesi nedeniyle ölüm idam alanların cezalarının da hapis cezasına çevrildiği açıklandı. Suudiler, hüküm giyen kişilerin isimlerini dahi hiçbir zaman açıklamadı. Suudi Krallığının “cezasız” bırakıp kapattığı Kaşıkçı dosyası için Türkiye’de 2020’de başlayan dava da aslında büyük ölçüde sembolikti. Suudi Arabistan zanlıları yargılanmak üzere Türkiye’ye teslim etmeyi en baştan reddetmişti. Tamamı Suudi vatandaşı olan 26 zanlı gıyaplarında yargılanıyordu ve Türk yasaları normalde bu koşullar altında mahkumiyete izin vermiyordu. Ancak Ankara’nın yargılamada ısrarı, uluslararası insan hakları savunuculuğu mecrası açısından çok kıymetliydi. Dünyanın en etkili medya kuruluşlarından olan Washington Post başta olmak üzere tüm Batı medyası Kaşıkçı davasını, benzer vakalarla kendi ülkelerindeki muhalifler üzerinde “caydırıcı etki” yaratmayı hedefleyen otoriter rejimlere ve liderlere yönelik mesaj vermek için de kullanıyordu. Kaşıkçı suikastı ölçeğindeki bir gaddarlığın uluslararası düzlemde aldığı kınamaların otoriter rejimler ve diktatörler açısından bir caydırıcılığı olmuş mudur sorusunun yanıtı bana kalırsa hala açıkta. Bu soruya yanıt verebilmek için Cemal Kaşıkçı’nın “nasıl bir rejim muhalifi” olduğunu da mutlaka bir hatırlamak gerekiyor. Kaşıkçı aslında bir sistem adamıydı. Radikal bir muhalif değildi. Suudi Kraliyeti içinde her zaman çok yakın ilişkide kaldığı odaklar vardı. Küçük bir tekstil dükkanı sahibi bir babanın oğlu olarak Medine'de büyüdü. Indiana Üniversitesi'nde okumak için ABD’ye gitti. Kendini bulmaya başladığı yıllarda Müslüman Kardeşler’e katıldı. Hatta 1970'lerin sonlarında Usame bin Ladin ile arkadaş oldu. Kaşıkçı’nın kendince Bin Ladin'i caydırmaya çalıştığı anlatılır. Fakat 11 Eylül’den sonra Bin Ladin’e karşı çok net bir tavır aldı. Birçok Suudi, El Kaide için bahaneler üretmeye çalışırken Kaşıkçı, 11 Eylül'ü hoşgörü ve bir arada yaşama değerlerine ve İslam'ın kendisine bir saldırı olarak nitelendirdi. Kaşıkçı, ölümünden 25 yıl önce de çeşitli vesilelerle Suudi liderliğiyle kavga eden bir gazeteciydi. 2003 yılında reform gazetesi Al Watan'ın editörlüğüne getirildi, iki ay sonra Suudi dini liderliğini eleştirdiği için kovuldu, bundan dört yıl sonra yeniden işe alındı. 2010'da Selefi aşırıcılığı eleştiren başka bir tartışmalı makale yayınladıktan sonra yeniden istifaya zorlandı. ABD’ye taşındıktan sonra bir süre ülkesinin Washington’daki büyükelçiliğinde basın danışmanı olarak çalıştı. Kaşıkçı’nın yaşam öyküsü bir yandan da otoriter rejimlerin ve liderlerin kendi içlerinden çıkan muhaliflere karşı, kendilerine daima keskin muhalefet edenlerden çok daha tahammülsüz ve acımasız olabildiğinin hazin bir örneği. O dönem BM özel raportörü olarak görev yapan, bugün ise Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreterliğini yürüten Agnès Callamard, Cemal Kaşıkçı suikastının uluslararası düzeyde açtığı hat konusunda benden daha iyimser. Kendisiyle Ekim 2020’de Uluslararası Basın Enstitüsü’nün “Özgür Sohbetler” isimli podcast serisi için yaptığım röportajda, MBS’nin dünya siyaset sahnesinde muteber biri olarak salınmasının çok zor olduğunu söylemişti. Callamard’a göre MBS’nin maruz kaldığı itibarsızlaşma diğer otoriter liderlere şu mesajı vermişti: “Bir gazeteciyi öldürmek kadar korkunç ve dramatik bir şey yapacaksanız, bedel ödemeye hazır olun. O bedelden asla kurtulamazsınız.” Trump yönetiminin 2018-2019 döneminde MBS ödemesin diye türlü diplomatik numarayla ötelediği o bedel, bugün hala ödenmiş değil. 2020’deki seçim kampanyası sırasında Kaşıkçı dosyasını öncelikli mesele olarak sunan ABD’nin 46. Başkanı Joe Biden’ın Beyaz Saraya taşındıktan sonra takındığı tavır da ayrı bir hayal kırıklığıdır. Biden yönetimi, Trump’ın derin dondurucuya attığı CIA raporunu kamuoyuna açıklamış olabilir. Hatta Şubat 2021’de “Kaşıkçı Yasağı” diye yeni bir yaptırım açıklayarak 76 Suudi vatandaşına ABD’ye giriş yasağı da koymuş olabilir. Ancak MBS’yi kapsamayan bir yasak ya da yaptırım nihayetinde ABD’nin devlet politikası açısından vitrin süslemesinden öte bir şey gibi durmuyor...en azından şu an için.
Image

Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) haber alma hakkı, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşudur. Derneğimiz başta gazeteciler olmak üzere mesleki faaliyetleri sebebiyle yargılanan kişilere hukuki destek vermektedir.