Levent Pişkin
İnsan yaşamı, on yıllarca görülmemiş küresel bir salgınla karşı karşıya. Türkiye’de ilk resmi vakanın 11 Mart 2020 tarihinde duyurulmasından sonra salgının yayılmasını engellemek üzere çeşitli önlemler alınmaya başlandı. Virüsle en iyi mücadele olarak fiziksel izolasyon/karantinanın örnek gösterilmesi ve uzman sağlıkçılar tarafından temasın kesilmesinin salık verilmesi, hapishanelerin durumundaki tartışmayı iyice alevlendirdi. Zira bilindiği üzere cezaevleri kapasitenin üstünde ‘çalışıyor’.
Adalet bakanlığı resmi verilerine göre, Temmuz 2019 itibariyle 353 mevcut ceza infaz kurumu ve bu kurumların 218.950 kişilik
kapasitesi var. Aslında gerçek kapasitesi 111.135 olan bu kurumlarda çeşitli düzenlemelere gidilerek sonuç rakama ulaşıldığı yine bakanlığın açıklamaları
çerçevesinde anlaşılıyor.
Bir tedbir olarak tutukluluk
Tutuklama özgürlüğü kısıtlayıcı en ağır adli tedbirlerdendir. Bu sebeple tutuklamanın şartları Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) Md. 100’de açıkça sayılmış ve uygulaması madde kapsamındaki şartlara bağlanmıştır. Öyle ki tutuklama tedbirine neden başvurulduğunun, adli kontrolün neden yetersiz kalacağının açık bir şekilde gösterilmesi zorunlu tutulmuştur. Ancak yargı pratiğinde gerekçesiz tutuklama tedbirleri bir yana, uzun süren yargılama süreleri ve buna mukabil devam eden tutukluluk hali bir intikam aracına dönüşmüş, birey ve grupların üzerinde sallanan bir giyotin gibi tehdit mekanizması haline gelmiştir. Özellikle siyasi davalar olarak bilinen, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ve Türk Ceza Kanunu (TCK) Md. 299 ve devamında düzenlenen devlete karşı işlenen suçlarda tutuklama bir tedbirin ötesine geçmiş, muhalefeti bastırmanın, gazetecileri susturmanın bir aracı haline gelmiştir.
İnfaz düzenlemesi
İkinci yargı paketi olarak bilinen taslak kanunla salgının hapishanelerde ve tutuklular üzerinde yarattığı tehlikelerin bertaraf edilmesi ve bu bağlamda infaz sürelerinin kısaltılması için çalışmalar yapılmaya başlandı. Paket temelde ayrımcılık içeren bir düzenlemeyle siyasi tutuklu ve hükümlüleri, yani TMK kapsamında yargılanan ve hüküm giymiş olanları kapsam dışı bırakıyor. Ayrıca taslak koronavirüs salgınından en çok etkilenecek olan belli bir yaşın üstündeki kişilere ve kronik rahatsızlığı olan tutuklu ve hükümlülere dair özel bir düzenleme içermiyor.
Bu zamana kadar infaz koruma memurları her gün dışardan gelip cezaevine girerken tutuklu ve hükümlülerin aileleriyle görüşlerinin kısıtlanması, hak kaybı yaratan ve tutuklu ve hükümlüleri izole edip yalnızlaştıran bir uygulama olarak kaldı. Bu sebeple, taslağın bir an önce kanunlaşıp yürürlüğe girmesi hem daha fazla hak kaybını önleyecektir.
Siyasi tutuklulukları ölüme terk etmek
Ancak, taslak bu haliyle kanunlaşırsa yukarıda kısaca bahsettiğimiz TMK kapsamındaki tutuklu ve hükümlülerin yararlanması mümkün olmayacak, düşünce açıklayan, yazı yazan, haber yapan kişiler ile siyasi muhalifler cezaevinde risk altında kalmaya devam edecekler. TMK kapsamında tutuklu ya da hükümlü olan “siyasi hasımların” ölüme terk edildiği, yaşam hakkına yönelik ciddi bir tehditle baş başa bırakıldığı açıktır.
Bu insanları cebir ve şiddet kullanmaksızın terör suçları kapsamına sokan bizzat TMK’nın kendisidir.
TMK en baştan itibaren temel hak ve özgürlükler bağlamında ciddi sorunları haiz bir kanun olarak hukuk tarihindeki yerini almıştır. Tanımında bir belirlilik olmayan “terör” mefhumunun ceza hukuku gibi belirlilik ilkesinin yapıtaşı olduğu bir alana dahli başlı başına bir sorun teşkil etmekte. Zira kanunda kullanılan pek çok kavram siyasi niteliği bulunan, dönemsel ve dolayısıyla göreceli mahiyettedir. Ancak şurası açıktır ki terörle mücadele kanunu Kürt hareketine ve sol örgütlenmelere karşı çıkarılmıştır, öyle ki pek çok suç çıkarıldığı dönemde terör suçu addedilmesine rağmen sağcı eylemcilerin yargılandığı maddeler TMK kapsamına dahil edilmemiştir (
Bkz. Tanör, Bülent, “Terörle Mücadele Kanunu Üzerine İlk Düşünceler,” MHB Yıl 10, Sayı 1-2 (1990). s. 167).
2004 yılında 765 sayılı Türk Ceza Kanunu mülga edilerek, 5237 sayılı kanunun yürürlüğe girmesine mukabil Terörle Mücadele Kanunu’nda 2006 yılında
5532 sayılı kanun ile yapılan değişiklikle birlikte örgüt tanımını içerir TMK Md. 1 değiştirilerek sadece terör tanımı yapılmakla yetinilmiştir. Aynı kanun terör örgütü tanımını TMK bünyesinden çıkarırken, lafzen terör örgütünün silahlı olma şartı da ortadan kaldırılmıştır.
[5].
Terör tanımı tüm muğlaklığı ve müphemliği ile kat’i belirlilik ilkesinin kural olduğu ceza yargılaması içine yerleştirilip, bir muhalif avlama silahı haline getirilirken, infaz düzenlemesinde kurulan bu eşitsizlik muhaliflerin yaşam hakkına sırtını dönmekten başka bir anlam ifade etmemektedir.
Ev içi şiddette telafisi imkânsız zararlar
İnfaz düzenlemesine ilişkin eklenecek husus ise cinsel suçlar temel başlığı altında sunacağımız tecavüz, taciz, cinsel istismar suçunu işleyen failler ile kadın cinayeti işleyen kişilerin de af kapsamına alınmasıdır. Koronavirüs salgını çıktığından bu yana artan karantina tedbirleri, sokağa çıkma yasakları insanları evlere kapatmış, dışarıyla ilişkilerini asgari düzeyde sürdürmelerine sebep olmuştur. Dünyadaki deneyimler ve uluslararası insan hakları örgütleri konuyla ilgili bu tür durumlarda ev içi şiddetin arttığı ve koruma mekanizmalarının yeterli derecede çalışmadığına ilişkin istatistiki bilgi ve veri paylaşırken, cinsel suç faillerini ve kadına yönelik şiddet faillerinin infaz düzenlemesi kapsamında tutulması, telafisi imkansız zararlar doğuracaktır.
Yargı paketi yaşam hakkı ihlali
Terör kavramının müphem ve politik karakterinden kaynaklı olarak keyfi ve öngörülemez uygulamasından mağdur olan ve hali hazırda adil olmayan tutukluluğa ve cezalara maruz kalan muhalif ve gazetecilerin kapsam dışı tutulması, eşitsiz bir muameledir ve anayasa ve uluslararası sözleşmelere aykırılık teşkil etmektedir. Genel infaz rejimi dışında, istisnai bir infaz rejimi öngören TMK kapsamındaki suçlar, bu düzenlemeyle daha fazla istisnaileştirilerek, neredeyse yaşam hakkının yok sayılması, ya da en azından devletin yaşatma yükümlülüğünün ihlali anlamına gelecektir.