Diyarbakır - Türkiye, gazetecilere yönelik tehdit, baskı, gözaltı, yargılama ve tutuklamalarla basın özgürlüğü açısından her yıl bir adım daha geriye gidiyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF) 2020 Yılı Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Türkiye, 180 ülke arasında 154. sırada. Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) listesine göre Şu an cezaevinde 92 gazeteci bulunuyor. MLSA olarak soruşturma, tutuklama ve baskıların yoğun olarak yaşandığı Doğu ve Güneydoğu’da uzun yıllar görev yapan gazetecilere, 1990’lı ve 2000’li yıllarda gazeteciliği ve Türkiye’de basın özgürlüğünü sorduk.
Naci Sapan
Diyarbakır’da Hürriyet gazetesi temsilciliği ve uzun yıllar Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı yapan gazeteci Naci Sapan, darbe dönemi ve sonrasındaki sürecin bile 2000’li yıllardan daha güvenli ve özgür olduğunu söyledi. Sapan, “Güneydoğu’da gazeteciliğin dünü, bugünü ve önceleri tek başına tartışılırken, içinde bulunduğumuz zaman diliminde Türkiye’de gazeteciliğin dünü ve bugünü konusu da tartışmaya dâhil oldu. Mesele artık tek başına güneydoğu ile ilgili değil, tüm Türkiye’nin sorunudur. Bu bağlamda; Veysi Polat dostum, bana Güneydoğu’da gazeteciliğin dünü bugünü ile ilgili özet geçmemi istedi. Yani geride bıraktığımız yıllarda yaşadıklarımızla bugün yaşananların analizi gibi bir şey. ‘Uzun hikayeye gerek yok,’ bir örnekle bu dönemin o döneme, yani olağanüstü hal dönemine ‘rahmet’ okuttuğunu anlatmak yeterli olur sanırım” dedi.
Naci Sapan: “Dağda röportaj yaptım, OHAL valisi tebrik etti”
İki dönemi yaşadığı bir anekdotla anlatan deneyimli gazeteci Naci Sapan, şöyle devam etti:“1988 yılının Ocak ayının ortalarıydı. Dersim dağlarında konuşlandıklarını bildiğim TİKKO gerillaları ile röportaj için bir buluşma sağladım. O dönem bu tür buluşmalar hem kıymetli hem de riskliydi, çünkü sıkıyönetim sonrası ilan edilmiş Olağanüstü Hal Bölge Valiliği sistemi yürürlükteydi. Haber Hürriyet gazetesinin sürmanşetinde ‘Kandıra baskını bizim işimiz’ başlığı ile yayımlandı. Bu röportajdan kısa bir süre önce Kandıra’daki askeri birliğin mühimmat deposundan ciddi miktarda silah yok olmuştu. TİKKO’cuların söz ettiği, manşetteki başlığı belirleyen olay buydu. 20 Ocak tarihli gazetede bu haber yayınlandıktan sonra ortalık karışmıştı. Nasıl bir tepki alacağım, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun nasıl bir tavır takınacağı konusunda bir tedirginliğim söz konusuydu. Birkaç gün arayan soran olmadı, sonrasında valiliğe davet edildim, Kozakçıoğlu’dan tepki beklerken, ‘Ciddi bir gazetecilik yapmışsın. Devlet olarak bizim bulamadığımızı bulmuşsun, tebrik ediyorum. Bu konuyla ilgili bir tek şey soracağım,’ deyip, hiç beklemediğim ‘Moralleri nasıldı?’ sorusunu sormuştu. Cevabım ‘İyiydi’ olmuştu. Bugünkü koşullarla değerlendirdiğimizde, soruşturma, ardından cezaevi, ardından terörist ilan edilme gibi bir durumla muhatap olmadım. Ben işimi yapmıştım, devletin görevlileri de kendi işlerini yapıyordu, olağanüstü hal şartlarına rağmen şahsım ve gazetemle ilgili en ufak bir tepki de söz konusu olmadı. Ayrıca, bu haberden dolayı Türkiye’nin en önemli gazetecilik ödüllerinden olan Bülent Dikmener ödülüne layık görülmüştüm.”
Faruk Balıkçı: “Sen deklanşöre basarsan, ben de tetiğe…”
Faruk Balıkçı
Doğu ve Güneydoğu’da uzun yıllar muhabir ve yönetici olarak görev yapan gazeteci Faruk Balıkçı da Naci Sapan gibi geçmişe nazaran gazeteciliğin daha da zorlaştığı düşüncesinde. “1990’lı yıllarda özelikle Güneydoğu’da Olağanüstü Hal yönetiminin sürdüğü koşullarda gazetecilik yapmanın, habere ulaşmanın birçok sıkıntısı vardı. Hukuki koşullardan öte, fiziki koşulların zorluğu vardı. Bir habere gittiğinizde saatlerce kontrol noktasında bekletilebilirdiniz veya o kontrol noktasından geçemezdiniz. Ancak kendi koşullarınız ile farklı yollardan habere ulaşabilirsiniz. Yani o yıllarda devlet, kamuoyunun duymasını istemediği haberlere ulaşmasını engellemek için fiziki engeller koyuyordu” diyen Faruk Balıkçı, yaşadıklarını örneklerle şöyle anlattı:“Örneğin, Cizre’nin Yeşilyurt köylülerine bir binbaşı tarafından dışkı yedirildiği kamuoyuna yansımıştı. Büyük bir kamuoyu oluşunca savcılık binbaşıyı ifadeye çağırmıştı. Cizre adliyesinde beklerken binbaşının fotoğrafını çekmek istediğim anda, yanındaki koruması silahını bana doğrultarak, ‘Sen deklanşöre basarsan, ben de tetiğe basarım’ diyerek tehdit etti. Dolayısıyla çekemedim. Yaklaşık 30 yıldan beri gazetecilik yapmaktayım. Defalarca PKK kamplarında röportajlar yaptım. Farklı yollardan geçerek yanan bir köyün görüntüsünü çektim. Ancak, hakkımda herhangi bir soruşturma açılmadı.”
“2000’li yıllarda gazetecilik düşman hukukuna dönüştü”
“Ancak, devletin görünen bu yüzü yanı sıra bir de görünmeyen bir yüzü vardı: Kontrgerilla. Devletin görünen yüzü kamuoyunun duymasını istemediği habere ulaşmasını engellemek için fiziki engeller koyarken, görünmeyen yüzü ise direkt hedef alıyordu. Özellikle muhalif gazetecilik yapanlar adeta ‘düşman’ görülerek direkt hedef seçilerek öldürülüyordu. Dönemin Özgür Gündem gazetecileri de hedefleriydi.2000’li yıllardan sonra ise gazetecilik tamamen düşman hukukuna dönüştü. Ya benimlesin ya yoksun mantığıyla. 90’lı yıllarda defalarca yaptığım haberlere rağmen hatta Türkiye sınırları içerisinde Şırnak’ın Besta dağında ilk kez PKK kampında bir astsubay ile röportaj yaparak Hürriyet gazetesinde yayımlanmasına rağmen, sadece o bölgenin askeri komutanının sözlü tehditi dışında hakkımda herhangi bir soruşturma ve dava açılmadı. Ama bugünlerde ise sadece bir gazetenin bir günlük geçici genel yayın yönetmenliği yaptığım için yargılandım. Geçmişte de habere ulaşmak zordu evet, ancak haberle okuyucu arasına duvar örülmüyordu. Bugün ise duvar değil, setler örüldü.”
Sertaç Kayar: “Hakkımda bir ayda üç dava açıldı”
Naci Sapan ve Faruk Balıkçı’nın geçmişe ışık tutan anekdotlarına karşın 2000’li yıllarda mesleğe başlayan genç gazeteci Sertaç Kayar’ın anlatımları da bu dönemin zorluklarına ışık tutuyor. 14 yıl önce gazeteciliğe başlayan Sertaç Kayar, hakkında açılan üç ayrı dava nedeniyle adliye koridorlarını arşınlayan isimlerden biri. Gazetecilere yönelik baskıların her geçen gün arttığına dikkat çeken Sertaç Kayar, şunları anlatıyor:“Yaklaşık 14 yıldır gazetecilik yapıyorum ve bu 14 yılın 11 yılını bölgede çalışarak geçirdim. Daha önce gazeteciler olarak karşılaştığımız baskı ve zorluklar bir yana, son yıllarda yaşadıklarımız bir yana. Her geçen gün gazetecilik mesleği dar bir kalıba konulmaya ve tek tip tek renk bir gazetecilik dayatılıyor. Araştıran, eleştiren, hak odaklı gazetecilik yerine eleştirmeyen, sorgulamayan bir anlayış ile sürekli kendine bağımlı hale getirilmeye çalışılan gazetecilik mesleği adeta nefessiz bırakılıyor. En küçük eleştirel bir haber bile soruşturma konusu olabiliyor. Son zamanlarda tutuklanan gazeteci sayısı, açılan soruşturma ve dava sayısı bunun bir örneğini teşkil ediyor. Gittiğim ve yaptığım haberlerden, hatta çektiğim fotoğraflardan bile hakkımda dava açıldı. Bir ay içinde hakkımda 3 ayrı dava açıldı. Bunlardan ikisinden beraat ettim, biri halen sürüyor. Dönüp bakınca dava konusu edilen şeyler tamamen gazetecilik faaliyetidir. Benim gibi birçok meslektaşım da aynı durumda. Yani belirlenen sınırlar dışına çıkınca, sorgulayıp eleştirince sonuç soruşturma ve dava oluyor.”
“Gazetecilere yeterince sahip çıkılmıyor”
“Bu durumla karşılaşan meslektaşlarımız çoğu zaman yalnız bırakılıyor. Bazı gazeteci örgütleri dışında neredeyse hiç sahip çıkılmıyor ve yaşadıklarından kaynaklı da çoğu zaman bir travma yaşıyor. Bunların hepsinin toplamında mesleğini icra edemez hale getirilen meslektaşlarımız ya geri adım atıyor ya da gazeteciliği bırakmak zorunda kalıyor.Bunun yanı sıra haber takibi sırasında artık hiçbir neden ve gerekçe sunulmadan görüntü ve fotoğraf almamız çok rahat bir şekilde engellenebiliyor. Bunu hem ben hem buradaki meslektaşlarım çok kez yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Yine haber alanına alınmama, bilgi ve belgeye ulaşmanın engellenmesi de bu zorluklardan biridir. Bir diğer konu da haber kaynakları konusunda yaşanan zorluklardır. Daha önce çok rahat ulaşabildiğimiz ve onların da bize ulaştığı haber kaynaklarımız söz konusu siyasi iklimden kaynaklı bu konuda paylaşım yapmakta ciddi kaygıları oluşmuş. ‘Paylaşsam ya da söylersem başıma bir şey gelir mi?’ kaygısı. Bu da haberin tüm unsurlarını tamamlama konusunda bizi bir hayli zorluyor.
Sertaç Kayar
Bunların yanı sıra daha önceden ulaştığımız bilgi, belge ve kaynaklara ulaşmak bir hayli zorlaştı. Devlet yetkililerinin katıldığı etkinliklere gitmemize izin verilmiyor, akreditasyon alamıyoruz. Sadece belli başlı kişilere ve basın kurumlarına izin veriliyor. Değil muhalif olmak, muhalif olanla ilişkili olmak bile bu ayrımcılığa maruz kalmanıza yetiyor. Daha önceden gazeteciler arasında bir dayanışma olduğu için çoğu zaman bu zorlukların üstesinden gelebiliyorduk ancak şu an o dayanışma yok. Böyle bir dayanışma olmadığı için de sonuç hep aynı oluyor.Tam da bunların bir sonucu olarak ortaya bambaşka bir gazetecilik anlayışı çıktı. Bölgeden neredeyse aynı konular, aynı başlıklarla haber konusu oluyor. Bunun dışına çıkanlar da zamanlarının büyük bir kısmını adliyelerde geçiriyor.Bölgede işsiz gazeteci sayısının artmasından kaynaklı ekonomik kaygılar da öne çıkmaya başladı. Yüzlerce işsiz gazeteci serbest çalışmaya/çalıştırılmaya başlandı. Bu sayının fazla olmasından kaynaklı da meslektaşlarımız sigortasız ve zor koşullarda ucuz iş gücüyle çalıştırılıyor.”
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) haber alma hakkı, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşudur. Derneğimiz başta gazeteciler olmak üzere mesleki faaliyetleri sebebiyle yargılanan kişilere hukuki destek vermektedir.