BARIŞ ALTINTAŞ /GÖKÇER TAHİNCİOĞRU
İngilizcedeki kısaltmasıyla “tokat” anlamına gelen SLAPP davaları - yani Kamu Katılımına Karşı Stratejik Davalar - dünyanın birçok yerinde yazarlara, aktivistlere ve gazetecilere karşı artan bir sıklıkla kullanılıyor. SLAPP davaları, bir hükümetin veya bir şirketin itibarını zedeleyebilecek ancak bilinmesinde kamu yararı bulunan bilgilerin ortaya çıkmasını engellemek için başlatılan yargısal süreçler olarak tanımlanıyor. Batıdaki örnekleriyle SLAPP davaları, genellikle hakaret ve iftira suçlamaları ile açılıyor. Genel olarak bu davalar ile habercileri veya hak savunucularını dava süreçlerine harcanan enerji ve zaman kaybı ile cezalandırmak ve maddi zarar vererek yıldırmak, korkutmak ve iktidar sahiplerine yönelik eleştirilerinden vazgeçirmeye çalışmak amaçlanıyor. Davacıların genelde geniş finansal kaynakları bulunurken, davalıların büyük oranda bu olanaklardan yoksun olmaları da bu tür davaların ortak bir özelliği: örneğin; 2017 yılında suikastle öldürülen Maltalı gazeteci Daphne Caruana Galizia katledildiği tarihte, Malta ve başka ülkelerde devam eden 47 ceza ve hukuk davasında yargılanıyordu.
Eriyen yargı bağımsızlığı ve Türkiye’de SLAPP davaları
Türkiye’de de yargı, sayısız soruşturma, gözaltı ve dava ile gazetecileri durdurmak amacıyla en sık kullanılan mekanizmalardan biri: Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün 2021 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksinde Türkiye, 180 ülke arasında 153. sırada yer alıyor. Örgüte göre “Türkiye, artık dünyada en çok gazeteciyi hapseden ülke olmasa da tutuklanma riski, denetimli serbestlik uygulaması veya yurt dışı yasağı riski [gazeteciler için] hala sürüyor.” Türkiye’de yargının işleyişini eleştiren kurumlar arasında temel işi yasal konularda Avrupa Konseyine danışmanlık sağlamak olan Venedik Komisyonu da bulunuyor. Komisyon, soruşturma süreçlerinde kararlar almakla yükümlü bir tür özel mahkeme olan sulh ceza hakimliklerinin görev ve işleyişine dair hazırladığı raporda, bu hakimlerin, yargısal yetkileri ve bunları nasıl kullandıkları yakından incelendiğinde, pek çok endişenin doğduğunu vurguladı. Komisyon aynı zamanda, 2016 yılında gazetecilere karşı sıkça kullanılan Türk Ceza Kanunu (TCK) 299. maddede suç kabul edilen “cumhurbaşkanına hakaret” suçunun kaldırılmasını da tavsiye etmişti. 2021 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bu konuda verdiği bir kararda bu çağrıyı yineledi. Birçok hukukçu ve insan hakları savunucusu, yargının muhaliflere ve gazetecilere karşı silahlaştırıldığını düşünüyor. Ancak belki de Türkiye’de yargının bağımsızlıktan ve hukuk devleti değerlerinden uzaklaşmakta olduğunu gösteren en önemli gelişme, Türkiye’deki yerel mahkemelerin farklı davalarda uzun süredir tutuklu bulunan ve AİHM’in tutuklulukları arkasında Sözleşme ile belirlenen şartlar dışında siyasi motivasyonlar olduğu tespiti yaptığı iş insanı Osman Kavala ve siyasetçi Selahattin Demirtaş’ı AİHM kararlarına ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin uyarılarına rağmen bırakmamakta diretmesi. 2016’daki darbe girişimi sonrasında yürürlüğe giren Olağanüstü Hal yasaları ve özel yargı rejiminin daha önceden tamamlanan bazı kilometre taşlarının devamı olduğu söylenebilir. Örneğin, Gökçer Tahincioğlu tarafından PEN Norway için kaleme alınan “Kuşatma Altında Medya” raporunda bu kilometre taşları şöyle sıralanıyor:
- 12 Eylül 2010’da yapılan anayasa değişiklikleri ile yargıdaki bazı kurumlarda yapılan değişiklikler,
- 17-25 Aralık 2013 tarihleri arasında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bakanlarına yönelik yürütülen bir soruşturma sonrasında özel yetkili mahkemelerin kapatılması ve sulh ceza hakimliklerinin kurulması.
Değişen kırmızı çizgiler ve gazetecilik
Bütün bu gelişmeler sonucunda, bazı ülkelerde yerel mevzuata göre sonuca varmayacağı açık olmasına rağmen sadece taciz amaçlı açılan SLAPP davaları, Türkiye’deki yargı sistemi nedeniyle gazetecilere, aktivistlere ve toplumda gerçeği arayan ve söyleyen bireylere ceza verilmesiyle sonuçlanabiliyor. Medya sahipliği ve basın özgürlüğü alanlarında çalışan akademisyen Ceren Sözeri, küresel anlamında SLAPP davasına örnek olarak, 2015 yılında Cumhuriyet gazetesinin yayımladığı ve Türkiye’nin Suriye’deki silahlı gruplara silah gönderdiği iddialarını içeren haberle ilgili davayı hatırlatıyor. Sözeri’ye göre darbe sonrası dönemde devletin “güvenliği” alanına giren konular bu kapsamda değerlendirilebilir. Türkiye’de habercilik konusunda başta askeri güvenlik olmak üzere ülkenin kuruluşundan bu yana hassas olarak işaretlenen konuların yargı açısından aşılması kabul edilmeyen belli kırmızı çizgiler oluşturduğunu söylemek mümkün. Örneğin; PKK ile Türkiye’nin barışa yönelik müzakereler yürüttüğü ve “Çözüm Süreci” olarak anılan 2013 -2015 yılları dışında Kürt Sorunu veya “1915-1916 Ermeni Soykırımı” hakkında haber ve yazı yazmak, tarihi olarak “sakıncalı” bulunan konular arasında. Yargının son dönemde gazeteci ve muhaliflere karşı silahlaştırılması sonucunda geleneksel kırmızı çizgilerin hızla genişleyip değişebildiği, koşullara göre yanlarına yeni çizgilerin eklenebildiği bir sistem ortaya çıktı. Bu sistemin oluşmasında SLAPP davaları önemli bir rol oynadı. Yargının bu şekilde kullanılması, Türk Lirasının değer kaybetmesiyle ilgili bir yorumun -- veya bir babanın intiharını haberleştirmenin-- ülkenin ekonomik performansına zarar verme suçlamasına; yaz aylarında çıkan orman yangınlarıyla ilgili haberlerin ülkeyi aciz gösterme çabası suçlamasına dönüşebildiği; gazeteciler için öngörülmesi zor, yeni bir iklim yarattı. Elbette, son yıllarda istikrarlı olarak tüm büyük çaplı kamu ihalelerini kazanan aynı şirketlerin de bu silahın gücünü fark etmesi uzun sürmedi. Siyasi kırmızı çizgilerle ilgili suçlara, şirketlerin haberciler hakkında açtığı “ticari itibar zedelenmesi” ve manevi tazminat davaları da eklendi. Justice for Journalists (JFJ) işbirliğinde Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA), gücü elinde tutanlara karşı kamuoyunun hakkını savunmak için haber yapanların maruz kaldığı SLAPP davaları hakkında beş makaleden oluşan yazı dizisini yayınlıyor. Kamu kaynaklarının hesabını sorduğu için milyonlarca liralık tazminat davalarıyla hedef alınan Çiğdem Toker; Diyarbakır 2017 Newroz’unda üniversite öğrencisi Kemal Kurkut’un kolluk güçlerince öldürülme anını fotoğrafladığı için 20 yıl hapis istemiyle yargılanan Abdurrahman Gök; Afganistan kaynaklı göçü haberleştirdikten sonra İçişleri Bakanlığı tarafından hedef alınan ve Van’da düzenlenmesi planlanan bir yürüyüşü gazeteci olarak takip ettiği için hakkında örgüt üyeliği davası açılan Ruşen Takva; trajik bir intiharı haberleştirdiği için gözaltına alınan Kocaeli’nde görev yapan gazeteci Ergün Demir ve çocuğa yönelik istismarı haberleştirdiği için hapis cezasına çarptırılan Sinan Aygül, bu davalarda yaşadıklarını anlatıyor. Hakikati kamuoyu ile paylaşan gazetecilerin maruz kaldığı yargı tacizini detayları ile anlatan makaleler, bu hafta boyunca tek tek yayınlanacak.