Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 18 Ekim 2022’de Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. “Dezenformasyonla mücadele” iddiasıyla hazırlandığı söylense de iktidarın böylesi bir düzenlemeyle amaçladığı şey, kontrol etmekte zorlandığı sahalarda konuşulanları sansür marifetiyle sınırlandırmak. Nitekim itirazların merkezinde yer alan “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” başlıklı 29. madde için yazılan gerekçede, “kontrolsüz” bir bilgi genişlemesinden şikâyet ediliyor. Bu düzenlemedeki asıl gerekçe, herhangi bir sözün, iktidarın “enformasyon”la kastettiği şeyi temsil edip edemeyeceğini belirleyecek yeni bir çerçeveye duyulan ihtiyaç. Bu gerekçelendirmede de devletin, kasıtlı ya da taksirli dezenformasyon tehlikesine karşı “halkı koruma” işini üstlendiği bir egemenlik söylemiyle karşılaşıyoruz.
Yasanın var olmasının caydırıcı etkisi
Anayasal konularda Avrupa Konseyi'nin danışma organı olan ve ülkelerdeki mevzuat konusunda öneriler ortaya koyan Venedik Komisyonu, yasaya ilişkin görüşlerini 7 Ekim 2022’de “acil” notuyla raporladı. Raporunda, yasanın sadece var olmasından kaynaklanan caydırıcı bir etkiden bahseden komisyon, düzenlemenin tüm vatandaşları etkileyeceğini belirtti. Çünkü sansür ve otosansür yasaları, zaten konuşmakta olanları daha fazla cezalandırmaktan başka bir işleve sahip: Hiç konuşmayanları, daha büyük sopalar göstererek iyice konuşamaz hale getirmek. Bu yasalarla korku, bulaşıcı bir şey haline gelir. Sadece çevrimiçi yaşamda değil, çevrimdışı hayatta da insanların hareket kabiliyetleri kısıtlanır; örgütlenme hakkından bilgi alma hakkına kamusal vatandaş olmanın imkanlarına kast edilir, çevrimiçi hayatta insanların anonim hesap olarak kalma ve haber alma olanakları imkansız kılınır; medyanın, kamunun bekçisi olma görevi artık siyasal iktidarın basın bürosu olma konumuna itilir. Sansür ve otosansür yasası tam olarak bu işlevlerle, hiçbir şey yapmadan dahi birçok şey yapar.
Yasanın yaklaşan seçimlerle ilgisi
Venedik Komisyonu, yasanın seçimlerle ilişkisine de değindi. Komisyon, Türkiye’de yaklaşan seçimleri de göz önünde bulundurarak siyasal tartışmanın dijital platformlardaki varlığından, siyasal tartışmalara dijital katılım hakkından da bahsetti. Komisyon, kamunun haber alma hakkının sadece dikey değil, aynı zamanda yatay olduğunu, yani dijital dünyada kullanıcıların birbirleri için birer haber kaynağı olma haklarını da vurguladı. Sadece oradan dikte edilen değil, kamusal ortamda inşa edilen yatay bir haber ağından söz etti.Ancak insanların anonim hesaplarındaki kimliklerini açıklamak zorunda bırakılacağı, sadece dikey haber alma imkanlarının, yani hükümet hangi haberin yayılmasını istiyorsa yurttaşlara o haberin aktarılacağı bir dijital dünyanın hiçbir dijital hakkı içinde barındırmayacağını biliyoruz. En ciddi tepkinin gazetecilerden gelmiş olması nedeniyle yasa değişikliğinin sadece gazetecileri hedef aldığı yanılgısı oldukça yaygın. Oysa gazeteciler zaten yıllardır zapt-u rapt altında. Elbette basın yayın organları ve gazetecilerin haber yapma olanakları kısıtlanıyor, sansür ve baskı şimdiye kadar görülmemiş ölçüde artırılıyor. Ancak sadece gazeteciler ve basın kuruluşları değil; aktivistler, hak savunucuları, politikacılar, muhalifler ve sivil toplum da sadece dezenformasyon maddesiyle değil, tüm maddeleriyle kamusal hayatın nasıl biraz daha tırpanlanacağını, devletin bunu nasıl sistematikleştireceğini, haber ve bilgi ile aramızda dikey hiyerarşiler öngörüleceğini gösteriyor.
Enformasyonun kontrol altına alınması ve devlet eliyle dezenformasyon
Siyaset bilimi ve iletişim alanında yapılan araştırmalar, dünün otoriter/totaliter liderleri ile modern zamanların otoriter/totaliter liderleri arasındaki temel farkı “Birinciler yönetmek için daha fazla şiddete yaslanırken, ikinciler iletişimi kontrol ederek bilginin manipülasyonuna dayanıyor” şeklinde açıklıyor. Otoriter/totaliter liderler, modern zamanlarda devlet eliyle sunulan enformasyon ortamını manipüle ederek ayakta kalabiliyorlar. Liderin etrafındaki iyi bilgilendirilmiş bir grup seçkinin koordinasyonuyla yürütülen manipülasyon, sansür veya dozu artırılan baskı ve şiddetle seçimlerin kazanıldığı görülüyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen yıl Ege Bölgesindeki orman yangınları esnasında, resmi kurumların verdiği bilgiler ile sahadaki gazetecilerin aktardığı bilgilerin farkından dolayı kamuoyunda oluşan tepki nedeniyle dezenformasyona ilişkin bir kanun değişikliği yapılmasından söz etmişti. Erdoğan’ın deyimiyle “virüs medyası”ndan kamuoyuna yayılan bilgiler iktidarın verdiği bilgilerle çelişiyor ve muktedir de bu bilginin önüne geçmekte zorlanıyordu. Lakin Türkiye’de dezenformasyon değil, bir enformasyon sorunu mevcut. Devletin resmi kurumları bilgi paylaşımında şeffaf değil. İktidar, kendi için ana-akım medyayı dikensiz bir gül bahçesine çevirirken, servis ettiği bilginin “dezenformasyon” olup olmadığının sorgulanmasını engelledi. Gazeteciler, muktedirin servis ettiği haberi sorgusuz sualsiz yaymaya neden bu kadar hevesliler? Gerçeklere bu kadar mı gözlerini kapadılar? Etik kaygıları hiç mi yok? Mesleki kuralları hiç mi okumadılar? Gazeteciliğinin temelinin “gerçek” olduğu kendilerine hiç mi söylenmemiş? Gazeteciliğin önceliğinin “kamu yararı” olduğunu hiç mi bilmiyorlar? Görevlerinin “doğru bilgi” aktarmak olduğunu unuttular mı? Haberin, tüm ayakları ile yazılması gerektiğini bilmiyorlar mı? Biliyorlar ama onlar etik değerlere bağlı gazeteciler değil, birer taraftarlar. Elbette gazeteci taraflıdır ancak barıştan, güçsüzden taraftır. Hata, “güçlü”den yana taraf olmaktır. O yüzden dezenformasyondan sadece siyasiler değil, ana akım medyada kalem oynatıp sorgulamadan, dümdüz yazılanları kaleme alan gazeteciler de sorumlu. İktidar, basın ne kadar yargı ve yasalar yoluyla baskı altında olsa da alternatif medya ve onların sosyal medya üzerindeki hesaplarına olan erişimi tam anlamıyla engelleyemiyordu.
Tartışmalı 29. madde
Sansür yasasının en tartışılan maddelerinden biri, düzenleme ile Türk Ceza Kanunu’nun 217. maddesine eklenen “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçu. Madde şöyle:
MADDE 217/A: Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Fail, suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi halinde, birinci fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.
“Halk arasında endişe yaratacak yanıltıcı bilgi yayma” diye bir suç tanımının içine neler girer sorusunun tek bir cevabı var: Neler girmez ki!Böyle bir tanım, ne öngörülebilirlik ne de belirlilik açısından bir ceza kanun maddesinin gerektirdiği niteliğe sahip. Hangi bilgi, hangi kriterlerle doğru veya yanıltıcı kabul edilecek? Aşı tartışmalarını hatırlayalım, bundan sonra meslek örgütlerinin iktidara yönelik her eleştirisi bu kapsamda soruşturulabilecek. Nükleer santralden imara, yolsuzluk ve faili meçhullerden şiddet eylemlerine, radikal örgütlenmelerden tarikat ve cemaatlerin çocuk istismarlarına kadar hemen her konuda devletin resmi görüşüne karşı fikir ileri sürenler hapis cezasıyla karşılaşabilecek.
Gazeteciler için hayat zorlaşacak
Tüm bu tablo içerisinde doğru ve etik kurallar çerçevesinde haber yazmak isteyen gazeteciler için hayat biraz daha zorlaşacak ama dezenformasyon yerine hakikati yazmakta ısrarlı gazeteciler zaten her an baskı, şiddet ve tutuklanma riski ile karşı karşıya. Tüm bu riskleri göze alarak kalem oynatıyorlar ve sonuçlarına da hazırlıklar.Yasa ile savcıların artık “genel yayın yönetmenliği” görevini üstleneceğini söyleyebiliriz. Bir haberden rahatsız olan savcı “halkı yanıltıcı bilgi” iddiası ile soruşturma başlatabilir ama savcının hangi haberi hangi kriterlerle doğru veya yanıltıcı kabul edeceğini bilmiyor, sadece fikir yürütebiliyoruz: Yargı, siyasetten bağımsız bir karar verebilir mi? Özellikle son 10 yılda yargının siyasetten bağımsız karar verdiği gazeteci davaları oldu mu? Hafızamızı yokladığımızda örnek bir kararı anımsayamıyoruz.Yasaya göre, örneğin bir binada patlama olduğunda, olay yerine giden ilk resmi görevli patlamanın doğalgazdan kaynaklandığını söylüyorsa gazeteci bu beyanı doğru kabul edip haberi “patlama doğalgazdan kaynaklandı” diye vermek zorunda. Elbette resmi görevlinin açıklaması aktarılır ama olaydaki soru işaretleri de yanıt bulmayı beklemektedir. Gazeteci, araştırma sürecine geçer ve bu süreçte soru işareti olarak ortaya çıkan unsurları teyit ettikten sonra kamuoyuyla paylaşır. Resmi kurumlar da elbette patlamaya ilişkin araştırmasını sürdürmektedir. Keza kolluk kuvvetleri de patlamanın “bombadan kaynaklanabileceği” bulgusuna ulaşmıştır. Lakin gazeteci, devletin resmi açıklamasından önce araştırmasını kaleme alıp kamuoyu ile paylaşırsa işte o zaman “halkı yanıltıcı bilgi yayma” suçlaması ile karşı karşıya kalabilecek. İşte bu da tamı tamına gazetecilik mesleğini işlevsizleştirip meslektaşlarımız üzerinde kaygı, korku iklimi yaratmak.
Gazeteci, kaynağını söylemezse yargılanacak
Yasa artık yürürlükte. Gazeteciler artık sahadan çok, basın savcılarının kapısının önünde zaman geçirecek. Yasayla, “gerçeği aykırı bir belgeyi alenen yayma” diye bir suç ilan edildi. Gazeteci, bedeli ne olursa olsun haber kaynağını söylemez. Bu, etik ve evrensel bir kuraldır. Haber kaynağını söylemezse haberin gerçekliği de sorgulanacak, gazeteciye ağır cezai yaptırımlar uygulanacak. Fakat Türkiyeli gazeteciler hemen hemen her hükümet döneminde, yargılandıkları davalarda haber kaynaklarını söylemek için zorlandılar. Haber merkezlerinde ilk öğretilen şey, kaynağın gizli tutulmasının “gazeteciliğin namusu” olduğudur. Bizler bu mesleği; Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Metin Göktepe’den devraldık. Baskı, tutukluluk ve ekonomik zorluklar hakikatin izini süren gazetecileri bugüne kadar korkutmadı. Tüm zorluklara karşın bedel ödeyen meslektaşlarımızın izinde haberciliğimizi sürdürme kararlılığımızdan hiç geri adım atmadık. Gazeteci, yaptığı haberin doğruluğunda bundan sonra da diretmek zorunda. Verileriyle, uzmanlarıyla, kanıtlarıyla. Çünkü gazetecinin doğruyu söylediği elbete ortaya çıkacak. Toplumun yaratılmak istenen korku ve baskı iklimine teslim olmaması en büyük umudumuz.Amerikalı gazeteci yazar Walter Lipmann’ın şu sözünü her gün hatırlamakta fayda var: “Gazetecilikte gerçeği söylemek ve şeytanı utandırmaktan daha yüksek bir yasa olamaz.”* Bu yazı dizisi, Almanya Federal Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu tarafından desteklenmiştir.
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) haber alma hakkı, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşudur. Derneğimiz başta gazeteciler olmak üzere mesleki faaliyetleri sebebiyle yargılanan kişilere hukuki destek vermektedir.