Banu Tuna
Rober Koptaş, bundan bir ay evvel Gazete Duvar’da yayımlanan “
Bir ölü artı bir ölü iki değildir” başlıklı yazısında COVID—19 salgınına kurban verdiklerimize layıkıyla veda etme ve yas tutma hakkımızın elimizden alınışından, her biri birer dost, anne, baba, kardeş, eş, evlat olan yitirilenlerin isimsizleşmesinden bahsediyordu.
Salgınla ulusal mücadele döneminde onlar artık birer rakamdı. Öyle ki, ana akım haber kanalının anlı şanlı programcısı, 117 kişinin aramızdan ayrıldığı, 117 sonlanmış hikâyenin anlatılmayı beklediği günün akşamında “Valla yüzümüz gülüyor. Rakamlar çok iyi geldi bugün,” diyebiliyordu.
Mithat Sancar,
Geçmişle Hesaplaşma isimli kitabının açılışını
The Rose Garden (Gül Bahçesi) filminden bir replik ile yapar: “İyileşecek yaraları olduğu sürece, geçmiş bugün olarak kalır…” Şimdi yas tutma hakkı elinden alınmış olan bizler, gerektiği gibi edemediğimiz vedalarımızla birer açık yara olarak zamanda asılı kalmış duruyoruz. Çünkü tekrarı olmayan o an, o süreç elimizden alındı… Geri dönüşü olmayacak biçimde…
Babamın elini tutmuş, bir nefes daha alsın diye çırpınırken 112’den gelen ve evdeki solunum cihazına gözü takılan beyaz tulumlu iki görevliye onun COVID—19 olmadığına dair yemin edip duruyordum. Bozuk plak gibi… Sormamışlardı bile… Ama ben sayıklar gibi tekrar ediyordum. Daha sonra belediyenin gönderdiği doktor ‘solunum yetmezliği’ sözünü duyup da uzunca sustuğunda yine başladım tekrarlamaya. 18 yıllık mücadelenin raporlarını önüne koydum. Çünkü korkuyordum; kaybettiğim babamın bedenine de el konacak, 79 yıllık ömür istatistik haline gelecek diye.
112 görevlileri kalbinin artık atmadığını gösteren kâğıdı verip belediyeyi aramamı söyleyerek çıktılar. O sırada duydum balkonlardan yankılanan ve fısıldamaya bile gerek görmeyen sesleri: “Korona mıymış? Evde ne işi varmış? Bilmem kimin eşi koronadan ölmüş…” Cenaze arabası tabutu götürürken ve biz son kez onu evden uğurlarken de kesilmeyecekti sesler. Başımı kaldırıp baktım ama tek bir yüz göremedim.
Evde dört kişiydik ama kimse birbirine sarılamamıştı. O acı bile giremedi salgınla aramıza. Sonra telefonlar gelmeye başladı. Başsağlığı dileyen, üzülerek malum sebeple cenazeye katılamayacağını bildiren dost sesler. Gelmek isteyenlere bir saat veya yer vermek mümkün değildi. Vakit namazlarını takiben kaldırılmıyordu cenazeler. Aile gelir gelmez gasilhane önünde veya mezar başında, tabut araçtan dahi indirilmeden ayaküstü namaz kılınıp helallik alınıyordu.
Her şey 5 dakikada oldu bitti. Maskeli yüzler, uzaktan sallanan eller, sosyal mesafe… Gelenlerden bazıları son anda yetişti, bazıları ise mezarı ararken kayboldu, yanımıza ulaşamadı bile. Mezar kapandı, zaman geçti, ayrılamadık başından. Görevini yerine getirememişlik hissi, layıkıyla veda edemediğini bilmenin yarattığı suçluluk… Tüm riskleri alıp sarılanlara hayatım boyunca minnettar kalacağım.
Alain de Botton,
Ateistler İçin Din’de, hangi inanç olursa olsun tüm kadim pratiklerin iyileştirici etkisinden bahseder. İnançlı ol ya da olma; insanlığın ortak tecrübesinden gelen bütün o ritüeller, geride kalanları iyileştirmek, yas sürecini tamamlamak için. Toplanan akrabalar, kavrulan helvalar, anlatılan anılar… Bugün salgın nedeniyle ya da başka bir sebeple yakınını kaybetmiş olan kimse yasını tutamıyor. Başsağlığı için arayan bir arkadaşım, salgın önlemlerinden 10 gün evvel kaybettiği akrabasının ölümüne bugün şükrettiğini anlattı. En azından görevini yapabilmiş, veda edebilmiş, yasını tutabilmişti.
Aradan 10 gün geçti, hâlâ her gün telefonum çalıyor, herkes bir şeye ihtiyacım olup olmadığını soruyor. Bir dostun sarılması ihtiyaçlar listesinde yer almıyor. Son iki ayda giden binlerce kişinin ardından açılan bu toplumsal yara nasıl kapanacak, hiç kapanacak mı?