Haberler

“Bizim talihsizliğimiz korona krizine popülist liderlerle yakalanmış olmak”

“Bizim talihsizliğimiz korona krizine popülist liderlerle yakalanmış olmak”

“Mizah, kahkaha, dedikodu gibi yöntemler tahakküme karşı ezilenlerin pasif direnişini imgeler. Sosyal medya da bu taktiklerin geniş kitlelere ulaşmak için kullanıldığı bir mecra. Ama iktidarın buna izin vermeye niyeti yok…”

Haluk KALAFAT
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 12 Mart 2020 günü tarihi bir basın toplantısı düzenledi. Konu 2019’un son aylarında Çin’de ortaya çıkan Koronavirüs’tü. Genel Sekreter Tedros Adhanom Ghebreyesus, 11 Mart itibarıyla 114 ülkede 118 bin vakanın görüldüğünü ve 4 bin 291 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı. Aynı toplantıda WHO, Koronavirüs’ün neden olduğu Covid-19’u pandemik hastalık olarak ilan etti.  Pandemi küresel bazda eşzamanlı ortaya çıkan, geniş coğrafyalara yayılan ve çok fazla sayıda insanı tehdit eden bulaşıcı hastalıklara verilen isim. Bu haber hazırlandığı sırada WHO’nun teyit edilmiş bilgilere dayanarak verdiği rakamlara göre Koronavirüs 972 bin 303 kişiye bulaşmıştı; bu virüsün neden olduğu Covid-19 hastalığına bağlı ölüm sayısı 50 bin 321 idi.  İnsanlık bir yandan pandemi ile mücadele ederken diğer yandan son yıllarda gittikçe daha büyük sorun haline gelen doğru bilgiye ulaşma mücadelesi veriyor.  Kocaeli Dayanışma Akademisi’nden Adem Yeşilyurt, doğru bilgiye ulaşmanın önündeki engeller arasında, başlığa aldığımız durumu da sayıyor: “Sanıyorum bizim talihsizliğimiz böyle bir küresel krize dünyanın farklı yerlerinde otoriter ve popülist liderlerle yakalanmamız oldu.” Yeşilyurt, bu cümleyi kurarken Türkiye’de yakından yaşadığımız ama dünyanın farklı ülkelerinde çeşitli boyutlarda yaşatılan “baskı ve korku” yönetimini işaret ediyordu. Bu yönetme halinin araçlarından biri de ifade ve düşünce özgürlüğünü kısıtlaması.  Özellikle artık iktidardan bağımsız yaygın medyanın olabildiğince marjinalleştirildiği Türkiye gibi ülkelerde sosyal medya hedefe alınıyor. Sosyal medyada muhalif olmak her geçen gün daha da zorlaşıyor.  Gezi Direnişi döneminde sosyal medyada yükselen muhalif dalga iktidarın zor ile bastırma politikalarıyla sindirilmeye çalışıldı. Türkiye’de büyük kriz dönemlerinde muhalif seslerin yükseldiği anda yasaklar, soruşturmalar, davalar, tutuklamalar ardı ardına geldi. Koronavirüs nedeniyle gönüllü karantina gürleri yaşanırken benzer bir görüntü oluştu. İktidarın pandemiyle mücadelede yaptığı hataları eleştirenler baskıyla karşılaştı. 1 Nisan günü Dünya Şaka Günü’nde yapılan haberci şakalarına benzeyen bir haber düştü. Taksilere tek-çift plaka uygulanması kararıyla dalga geçen bir sosyal medya kullanıcısı gözaltına alınmıştı. Twitter paylaşımı “Bağcılar’da bir taksi durağında ‘0 tek sayıdır çift sayıdır’ kavgası: 2 yaralı, bir taksici gözaltında”, şeklindeydi. Şakaydı, iktidar şakayı anlamamıştı. AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 30 Mart günü bir IBAN numarası duyurup para istemesi de eleştirilen uygulamalardan biriydi. Duyuru sonrası bir üniversite öğrencisi Twitter hesabından “Kendini Cumhurbaşkanı, Başbakan olarak tanıtıp sizlerden para isteyenlere itibar etmeyiniz...” yazdı. Birkaç saat sonra evi basıldı; gözaltına alındı. 3 Nisan günü ise "ey IBAN edenler" ifadesi nedeniyle gözaltına alınan gazeteci Hakan Aygün tutuklandı Bu üç örnek de mizah barındıran paylaşımlar. “Literatürde geçtiği şekliyle mizah, kahkaha, dedikodu gibi yöntemler tahakküme karşı ezilenlerin pasif direnişini imgeler” diyor Adem Yeşilyurt.  Kendisi de iktidarın ifade ve düşünce özgürlüğünü kısıtlama politikasına hedef olmuş isimlerden biri. Adem Yeşilyurt önce ODTÜ’de sonra Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalışan bir akademisyen. Barış için Akademisyenler bildirisini imzaladığı gerekçesiyle henüz hakkında açılan disiplin soruşturması devam ederken 1 Eylül 2016’da çıkartılan 672 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Gazetecilik ve medyanın ekonomi politiği ile dijital emek ve çalışmanın geleceği gibi konuları kapsayan akademik çalışmalarını Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) altında çalışmalarına devam ediyor. Bir akademisyen olarak kendi halkına silah doğrultan iktidara barış ve itidal çağrısı yapmıştı. Bir ülkenin düşünen vicdanlı insanlarının görev bilmesi gereken bir hareketti; ancak iktidar tarafından cezalandırıldı. Karantina döneminde sağlık emekçileri de benzer bir ikilem içerisinde. Bildikleri doğruları söylemeleri başlarına bela açabilir. Keza ardı ardına Ankara’da ve İzmir’de iki sağlık çalışanı iktidarın bu dönemdeki sağlık politikalarını ve  açıklamalarını eleştirdiği için baskıya uğradı. Bu örnekler de Adem Yeşilyurt’un çalışma alanlarına giriyor. Yeşilyurt “Memurların İfade Özgürlüğü ve Şeffaflık İlişkisi” adlı bir çalışması bulunuyor.  “İktidar hiyerarşik yönetim gereği tüm bilgi iktidarının da kendi elinde toplanmasını arzu ediyor” diyen Yeşilyurt, böyle bir ortamda şeffaflığın sağlanamayacağını söylüyor.  Düşünce özgürlüğü ve şeffaflık bağlamında karantina günlerini Adem Yeşilyurt ile konuştuk:

Baskı ve korku ortamının daha da artacağı görülüyor

İktidarın halkı “gönüllü karantina”ya davet etmesi sonrası sağlık sistemi ve pandemiyle mücadelenin doğru yapılıp yapılmadığı tartışmaları başladı. Özellikle devletin IBAN numarası vererek yardım toplamaya başlaması sonrası art arda soruşturmalar geldi. Twitter kullanıcıları hedef alınıyor. Sosyal medya neden özellikle hedefte?  Bu tartışmalar dünyanın her yerinde yapılıyor. Biliyorsunuz İngiltere önce sürü bağışıklığı yöntemini benimseyeceğini söyleyip sonradan yapılan araştırmalar ışığında bu yöntemden vazgeçtiğini duyurdu. Küresel bir salgın sürecindeyiz ve her gün gelen veriler ışığında mücadelenin yöntemleri ve araçları da değişebiliyor. Demek istediğim Türkiye’de yaşayan insanların da iktidarın aldığı önlemleri tartışmaya açması gayet doğal. Örneğin okulların erkenden kapatılması gibi uygulamalar takdir edilirken şehirlerarası ulaşımın çok geç kısıtlanmasının eleştirilmesi normal değil mi?

Kazanılmış haklar şimdiden kaybolmaya başladı

İktidar ve özel olarak Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, kendinizi izole edin ve evde kalın diyor. Fakat evde kalabilmek veya yaşamak için çalışmak zorunda olanların her gün dışarı çıkmaya mecbur olması oldukça sınıfsal bir durum. Kapitalist düzenin ve üretimin her koşulda devam etmesi istendiği için son alınan önlemlerden sonra bile 20-65 yaş aralığındaki insanların, yani aktif olarak çalışma hayatı içerisinde yer alan kesimin sokağa çıkmasına herhangi bir sınırlama getirilmedi. Bir yandan 20 yaşın altında veya 65 yaşın üstünde olan ve her gün çalışmak için işe gitmek zorunda olan insanlar da var. Öte yandan süreç uzadıkça işsizlik rakamlarının arttığını ve toplumun gittikçe yoksullaştığını göreceğiz. Evden çalışanlar için de durum ekonomik olarak çok parlak değil, uzun mücadeleler sonucunda kazanılmış 8 saatlik iş günü, yemek araları ve düzenli molalar gibi temel hakların şimdiden kaybolmaya başladığını söyleyebiliriz. 

Anadolu’ya yayılması önlenebilirdi

İllere göre vaka sayıları da ne yazık ki çok geç açıklandı. Şimdi biz anlıyoruz ki sokağa çıkma yasağı ilan edip üretimi durdurmamak için vakaların yüzde 60’tan fazlasının İstanbul’da olduğu halktan saklanmış. Kaldı ki muhtemelen ilk başlarda bu oran çok daha yüksekti. Açıklandığı takdirde insanların kenti terk edecekleri bekleniyordu, buna karşı da sokağa çıkma yasağı ilan edilmeliydi. Belki o zaman salgının Anadolu’nun her köşesine bu kadar yayılması önlenebilirdi ama bu yapılamadı. Oysa çalışanlar için fiziksel mesafeyi korumak ancak devletin böyle bir düzenleme yapması ve şartsız gelir transferleriyle mümkündür. Hükümet açıkladığı destek paketlerinde çeşitli krediler ve işverenler için vergi düzenlemeleri yaparken ne yazık ki çalışan halk kesimlerini yeterince gözetmiyor. Oysa böyle bir salgından ekonomik olarak da en çok etkilenen kesimler günübirlik gelirleri veya aylık maaşlarıyla geçinebilen çalışan sınıflar. Bugün sokağa çıkarken maske takmak da zorunlu hale getirildi ama tek kullanımlık maskenin tanesi 5 liraya satılırken insanlar bunu nasıl karşılayacaklar? Bütçede çalışan kesimleri destekleyecek bir destek paketine yer verilmediği için “Biz Bize Yeteriz” söylemiyle IBAN vererek bir kampanya başlatıldı. Gelişmiş ülkelerde yüzlerce milyar dolarlık destek paketleri açıklanırken böyle bir salgın durumunda devletin vatandaşın cebindeki paraya göz dikmesi oldukça trajikomik bir durum. İnsanlar da bunun farkında. 

Mizah ezilenlerin pasif direnişini simgeler

Mizah da tam bu noktada devreye giriyor. Gündelik hayattaki absürtlüklerle başa çıkmanın ve rahatlamanın bir yoludur mizah. Literatürde geçtiği şekliyle mizah, kahkaha, dedikodu gibi yöntemler tahakküme karşı ezilenlerin pasif direnişini imgeler. Bu anlamıyla aslında mizah, gülmece, neşe ve kahkaha ezilenlerin muktedirler karşısında kullanabileceği politik taktiklerdir. Sosyal medya da bu taktiklerin geniş kitlelere ulaşmak için kullanıldığı bir mecra. Ama iktidarın buna izin vermeye niyeti yok, çünkü gülme hakikatin ortaya çıkmasını sağlıyor ve buna karşı iktidarın söyleyebileceği bir söz yok. Dolayısıyla soruşturmalar ve tutuklamalarla bir korku iklimi yaratılmak isteniyor ve iktidar kendi hegemonyasını bu yolla pekiştirme amacında. Gazeteci Hakan Aygün’ün IBAN kampanyasıyla bu şekilde dalga geçmesi sonrasında tutuklanması da bunun en son örneği. Aslında Aygün’ün “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” ve “hakaret” gibi bir gayesinin olmadığının herkes farkında.

Gezi’de kullandığımız maskeler zorunlu oldu

Konunun mizaha gelmesi iyi oldu. Sizin “Gündelik Hayat, Karnaval ve Direniş: Gezi’de Mizah” başlıklı bir çalışmanız var. Tanımlamanıza uygun pasif direniş OHAL döneminde de bir miktar yaşandı. Bu dönem için de KODA’da “OHAL’de Gazetecilik ve Medya Özgürlüğü” başlıklı ders verdiniz. Bu iki dönemde yaşanan baskıyla karantina dönemini karşılaştırdığınızda karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? Yakın gelecekte bizi neler bekliyor? Burada da trajikomik bir durum var aslında. Gezi zamanında gazlardan korunmak için taktığımız maskeler şimdi zorunlu oldu. O dönem asıl olarak duvar yazılarıyla ortaya çıkan ve sosyal medya yoluyla yayılan mizah bugün küresel bir pandemiyle ve iktidarın politikalarıyla baş etme stratejimiz olarak varlığını sürdürüyor. Benim o çalışmada ortaya koymaya çalıştığım argümanlardan birisi de buydu. Gezi’de gördüğümüz mizah özgürleştirici bir gülmeydi, bizi güçlendiren, birleştiren bir gülmeydi. Kahkahalarımızı bastırmaya çalıştığımızda kendimizi tutamayız. İşte tam da o anda iktidarın sürekliliği bölünür, stratejisi yerle bir olur, takke düşer kel görünür. Aslında bu yüzden dönemin başbakanı Erdoğan, sosyal medyayı “toplumların baş belası” olarak tanımlamıştı. Bugün de ne yazık ki bu anlayış devam ediyor. İçişleri Bakanlığı’nın son açıklamasına göre, sadece Mart ayında 6 bin 36 sosyal medya hesabı incelenmiş ve aralarından 2 bin 752 kişi hakkında yasal işlem yapılmış. 

Pandemi sonrasının ağır sonuçları olur

Öte yandan yıllarca uzatılan bir OHAL’den sonra şimdi halkın ciddi bir kesimi zorunlu sokağa çıkma yasağını talep eder hale getirildi. Ama alınan tedbirlerin yetersizliği ve zamanlaması göz önüne alınırsa, Gezi’de ve OHAL sürecinde vatandaşlarının sağlığını korumayı kendisine öncelikli görev edinmeyen devlet şimdi de bunu arka plana atmış gözüküyor. Diğer taraftan, avukat Özgür Urfa’nın paylaşımlarından anladığımız kadarıyla infaz düzenlemesiyle ilgili muhtemel son değişiklikler sosyal medya paylaşımları nedeniyle alınan cezaların birkaç günle sınırlı mevcut infaz sürelerinin 6 aya kadar uzayabileceği yönünde. Bu da baskı ve korku ortamının daha da artacağı anlamına geliyor. Sanıyorum bizim talihsizliğimiz böyle bir küresel krize dünyanın farklı yerlerinde otoriter ve popülist liderlerle yakalanmamız oldu. Bu pandemi dalgası bir şekilde sona erdikten sonra devletlerin güvenlik ve sağlık politikaları üzerinde 11 Eylül’den sonra yaşanandan daha ağır sonuçları olacağını düşünüyorum. Şimdilerde sağlık nedeniyle yapılan uygulamalar bir gözetim ve kontrol aracı olarak kullanılmaya devam edecek gibi duruyor. Bu da daha fazla otoriterleşme anlamına gelecek.  Sağlık çalışanlarının karşılaştıkları vakalar ile ilgili yaptıkları açıklamalar çeşitli biçimlerde engelleniyor. TTB’nin de raporu yayınlandı. Şeffaflık önümüzde bir mesele olarak duruyor. Daha önce bu konuda bir çalışmanız olmuştu. Bugünleri nasıl değerlendirirsiniz? Bahsettiğiniz çalışmada görev başındaki kamu personellerinin ifade özgürlüğü ile şeffaflık arasındaki ilişkiyi tartışmıştım. Bu özellikle devlet sırlarıyla ilgili olarak whistleblower’lar* üstünden ayrıntılı olarak tartışıldı literatürde. Bu durumda bile kamu yararı ilkesi gereği adam kayırma, yozlaşma, yolsuzluklar vb. kötü yönetim örneklerinin ortaya çıkarılması için ifade özgürlüğünün korunması gerekiyor. Bugün devlet sırrı olacak bir durum yok ama yine de oradaki bazı temel referanslar bu örneklere de uygulanabilir. Öncelikle ifade özgürlüğü demokratik toplumlarda güvence altına alınmış temel bir haktır. Anayasanın 26. maddesi, AİHS’in 10. maddesi ve ABD’de First Amendment* bu güvenceleri sağlamak üzere düzenlemiştir. Nitekim AİHM kararlarında ifade özgürlüğünün sadece genel kabul gören ve zararız düşünceler için değil, saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgi ve düşünceler için de uygulandığını görüyoruz. AYM’nin yakın zamanda aldığı Wikipedia kararı da bu minvalde değerlendirilebilir. Dolayısıyla sağlık çalışanlarının düşünce ve ifade özgürlüğü hakları korunmalıdır, güvenilir bilgiye ulaşmak ve bunları paylaşmak onların da hakkıdır. Özellikle kamu yararı olan konularda bu durum oldukça önemlidir. TTB raporunda da sağlık çalışanlarının bu haklarını kullanmalarının korunması gerektiği ve katılımcı bir demokratik işyeri uygulaması vurgulanıyor.

İktidar işine geldiği kadar bilgiyi paylaşıyor

Ama Covid-19 konusunda iktidarın şeffaflık anlayışının oldukça kısıtlı olduğunu görüyoruz. Özellikle salgının ülkemizde yeni yayılmaya başladığı günlerde sadece rakamsal olarak vaka sayısının Bakan tarafından açıklanmasıyla sınırlı bir anlayış vardı. Sonradan gelen tepkilerle daha düzenli ve biraz daha ayrıntılı bir bilgi akışı sağlanabildi. Hâlâ daha hastaların yaş ortalamaları ve iller içerisinde dağılım gibi konularda önemli eksiklikler bulunuyor. Bağış kampanyası kapsamında toplanan miktar bir internet sitesi aracılığıyla paylaşılıyor ama bu miktarın kimler için nasıl kullanılacağı da bir muamma.  İlk başta söylediğim gibi iktidar kapitalist çarkın dönmesine çomak sokmaktan çekindiği için kendi işine geldiği kadar bilgiyi paylaşıyor. Oysa bazen bu rakamların arka planındaki bilgiler de oldukça önemli olabilir. İktidar hiyerarşik yönetim gereği tüm bilgi iktidarının da kendi elinde toplanmasını arzu ediyor. Bu sebeple arada çıkan çatlak sesler de bir şekilde susturuluyor. Burada görev başındaki doktorların sağlık çalışanlarıyla yaptıkları toplantıların gizli bir şekilde kayıt altına alınması ve paylaşılmasının başka sorunları da içinde barındırdığını not etmek lazım. Bu tabi ki doğru bir uygulama değil ama böyle olması sağlık çalışanları üstündeki baskıyı da haklı çıkarmaz.
* Whistleblower: Türkçeye muhbir veya ihbarcı olarak eksik bir şekilde çevrilebilen bu kavram, yolsuzlukların ortaya çıkartılması için gizli bilgilerin kamuoyuna sızdırılması örneğinde olduğu gibi açıklanmasında kamu yararı olan bilgilerin el altından paylaşılması anlamına gelmektedir. Bu sebeple ihbar etmeyi meşru bir şekilde kullananları ifade eder. * First Amendment: ABD Anayasası’na 1791’de eklenen 1. Ek madde: “Kongre, düşünceyi açıklama özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, halkın barışçıl şekilde toplanma ve sorunlarını hükümete dilekçe yoluyla iletme hakkını ihlal eden kanunlar yapamaz”.
Image

Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) haber alma hakkı, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşudur. Derneğimiz başta gazeteciler olmak üzere mesleki faaliyetleri sebebiyle yargılanan kişilere hukuki destek vermektedir.