Beril Eski
Türkiye’deki adalet sisteminde ciddi bir çöküş söz konusu. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal döneminde ve sonrasında getirilen uygulamalarla avukatlık mesleği giderek saygınlığını yitirdi ve hatta bazı durumlarda avukatlık mesleğini icra etmek suç ilan edildi. Bugün çok sayıda avukat, müvekkillerine yöneltilen suçlamalarla bağlantılı olarak yargılanıyor, tutuklanıyor ve hatta avukatlık ruhsatı iptal edilebiliyor. Baroların hukukun üstünlüğünü savunan açıklamaları siyasetin malzemesi haline getirilebiliyor ve baro yönetimleri hakkında soruşturma başlatılabiliyor. Bir zamanların imrenilen mesleklerinden avukatlık, tabir-i caizse, ayaklar altına alınmaya çalışılıyor. Savunma Saldırı Altında başlıklı bu yazı dizisinde Türkiye’de avukatlığın ve barolar sisteminin kırılma noktaları, avukatlık mesleğinin kriminalize edilmesi ve son olarak baroların yeni düzenleme önerileriyle kamusal rollerine yönelik olası müdahaleleri ele alıyoruz.Tüm dünya ölümcül bir virüsün etkilerinden korunmak için inzivaya çekilmiş, evlerine kapanmış durumda. Yeni bir normalden bahsediliyor. İnsanlar sadece kendilerini korumak için değil, başkalarına virüs bulaştırmamak için de çaba sarf ediyor. Maskeler takılıyor, sosyal mesafe korunuyor, eller sık sık yıkanıyor. Aksi davranmak ayıp kabul ediliyor. İnsanların yaşama ve yaşatmaya bu denli sahip çıktığı bir atmosferde, bazı başka insanlar seslerini duyurabilmek, taleplerini iletebilmek adına bedenlerini ortaya koydular ve ölüm orucuna yattılar. Grup Yorum solisti Helin Bölek, 288 gün süren ölüm orucunun ardından 3 Nisan’da hayatını kaybetti. Ardından İzmir Şakran 1 No’lu Cezaevi’nde tutuklu Mustafa Koçak, ölüm orucunun 297. gününde vefat etti. Son olarak Grup Yorum’un bas gitaristi İbrahim Gökçek, 323. gününde ölüm orucunu bıraktı ancak iki gün sonra tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Ölüm orucunda kaybedilen üç kişinin de ortak bir talebi vardı: Adalet. Böyle söyleyince kulağa çok soyut gelse de, oruca yatanlar taleplerini, kendilerinin de sanık olduğu davalarda adil yargılanabilmek, gizli tanık ifadelerine dayanan suçlamalarla haklarında açılan davaların düşürülmesi ve Grup Yorum’a yönelik konser yasaklarının son bulması olarak somutlaştırmışlardı. Nitekim, İbrahim Gökçek için sanatçı Haluk Levent devreye girmiş, Adalet Bakanlığı ile görüşmüştü. Ancak bu eylemlerle ilgili yeterli kamuoyu oluşmadı ve somut talepler hükümet tarafından dikkate alınmadı. Çağdaş Hukukçular Derneği’nden avukatlar Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal, tutuklu bulundukları cezaevlerinde başlattıkları açlık grevini 5 Nisan Avukatlar Günü’nde ölüm orucuna çevirdiklerini açıkladılar. Üstelik bunu, kaldıkları cezaevlerinde koronavirüs vakaları tespit edilmesine rağmen yapmaya karar verdiler. ÇHD üyesi Didem Baydar Ünsal, 26 Mayıs itibariyle Avukat Ebru Timtik’in 45 kiloya düştüğünü, ağzının içinde ve etrafında yaralar ile ellerinde kararmalar başladığını, Avukat Aytaç Ünsal’ın ise 64 kiloya düştüğünü ve burnu üzerinde kararmalar başladığını, her ikisinde de eklem ve kas ağrıları ile halsizlik başladığını söyledi. Ünsal, ölüm orucuna yatan avukatların “hukuka dönülmesi ve adil yargılanma hakkının tesisini bedenini açlığa yatırarak talep etmek durumunda kalmalarının, başta bu ülkeyi yönetenlerin olmak üzere, bu talebin tesisini sağlayamayan tüm toplumun utancı olarak gördüklerini” ifade etti. 39 baro müşterek bir açıklama yaparak ölüm orucundaki avukatların taleplerinin karşılanması çağrısında bulundu; Savunmaya Özgürlük Koordinasyonu kurularak avukatların taleplerinin kabulü için imza kampanyası başlatıldı; Avrupa Demokrasi ve İnsan Hakları İçin Avukatlar Derneği (ELDH) tutuklu avukatların derhal serbest bırakılması için çağrıda bulundu; Avrupa Barolar ve Hukuk Birlikleri Konseyi (CCBE) ise ölüm orucundaki avukatların durumundan ciddi endişe duyduklarını açıkladı. Paris Baro Başkanı ve diğer beş avukat birliği de ölüm orucundaki meslektaşlarının durumuna dikkat çeken bir açıklama yaptı.
Müvekkillerle yapılan görüşmeler kriminalize edildi
Günün sonunda adalet öylesine bir ihtiyaç haline geldi ki, insanlar bunun için yaşamlarını ortaya koydular. Avukatların adalet sisteminde savunmayı temsil edenler olarak, elinde hukuk gücü bulunduran ve dönüştürebilecek aktörler olarak böyle bir tercihte bulunması aslında ciddi bir kırılmaya işaret ediyor. Savunmanın temsilcileri, ölüm orucuyla, adalet sistemi karşısında çaresiz kaldıklarını kabulleniyor ve bedenleriyle buna karşı duruyorlar. Bugün ölüm orucuna yatan avukatların bedeni üzerinden yalnızca ideolojik bir çatışma değil, aynı zamanda hukukun ve savunma hakkının da bir tartışması yapılıyor. Elbette bu durum kimilerince çok eleştiriliyor, yanlış bulunuyor ama tüm bu tartışmalar ikinci planda kalıyor. Nihayetinde Türkiye’deki adalet sisteminde ciddi bir çöküş söz konusu. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hal döneminde ve sonrasında getirilen uygulamalarla avukatlık mesleği giderek itibarını yitirdi ve hatta bazı durumlarda avukatlık mesleğini icra etmek suç ilan edildi. Bu çöküşü düşünürken, yakın döneme, son 10 yıla bakmak gerekiyor. Avrupa Birliği uyum süreciyle birlikte gelen hukuki değişiklikler ve düzenlemeler son 10 yılda durduruldu ve önemli bir kısmı geri alındı. AKP hükümeti döneminde avukatlar siyaseten iki büyük toplu davada hedef alındılar. İlki KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) avukatları davası, ikincisiyse Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) avukatları davasıydı. Bugün ölüm orucunda olan ÇHD’li avukatların da yargılandığı davaya ilişkin soruşturma, 12 Eylül 2017’de bürolarına yapılan polis baskını ve gözaltı süreciyle başlamıştı. 1 yıl süren tutukluluğun ardından tahliye edilen 17 avukat hakkında, savcılık itirazı üzerine, tahliye kararından 6 saat sonra, 12 avukatın “yeniden tutuklanmasına” kararı verilmiş, daha sonra da bu mahkeme heyeti dağıtılarak hakimler farklı mahkemelerde görevlendirilmişti. Üstelik yeniden tutuklama kararı hafta sonu, yani mahkemenin nöbetçi olmadığı ve çalışmadığı bir günde verilmişti. O dönem mahkemenin 6 saat içinde gerçekten toplanarak, tutuklanma kararını tekrar değerlendirip değerlendirmediği, hatta UYAP sistemi üzerinden tutukluluk kararına atılan imzaların heyetteki hakimlere ait olup olmadığı bile tartışma konusu oldu. Nitekim aralarında ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın da olduğu 17 avukat, davada tutuklu olarak yargılandı. Sanık 18 avukata toplam 159 yıl hapis cezası verildi. “DHKP/C (Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) silahlı terör örgütüne üyelik”ten yargılandıkları davada avukatların işledikleri suça delil olarak, örneğin “Halkın Hukuk Bürosu’nda avukat olarak çalışmak” yer aldı. Ancak Halkın Hukuk Bürosu bugün de faaliyetlerini yasal olarak sürdürüyor. Aslında benzer suçlamalar gazetecilik davalarında da “filanca gazetede çalışmak” olarak karşımıza çıkmıştı. Yine Avukatların müvekkilleriyle yaptıkları görüşmelerin “yakalanan örgüt mensuplarına örgüt talimatlarını iletmek, örgütle arasındaki irtibatı sağlamak” suçuna delil olarak sunulduğunu ve mesleki faaliyetin kriminalize edildiğini görüyoruz. Ayrıca, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken “tutuklu ve hükümlülerin mektuplarının Yürüyüş isimli dergide yayınlanmasını sağlamak” faaliyeti de suça delil olarak gösteriliyor. Gizli tanık ifadelerinin suçlamalara esas alındığı belirtilse de, ifadeler savcılık mütalaasında yer almıyor. Özetle, suç teşkil etmeyen ve avukatlık faaliyeti kapsamında değerlendirilen eylemler kriminalize ediliyor. Üstelik, sanık avukatların adil yargılanma hakkı çeşitli aşamalarda ve açıkça ihlal ediliyor.İstinaf mahkemesi ‘dosyayı incelemeden’ karar verdi
ÇHD’li avukatlara yönelik iddianame, gizli tanıklara ve sanıkların dijital verilerini inceleyen polis raporlarına dayanıyordu. Ancak savunmanın dijital verileri ve tanıkların güvenilirliğini sorgulama talepleri dahi mahkeme tarafından “yargılama sürecini uzatacağı” gerekçesiyle reddedildi. Karar, itirazlar üzerine İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi’ne, yani istinaf mahkemesine gitti ve avukatlara verilen cezayı onandı. Ancak istinaf mahkemesi sürecinde de bir hukuk skandalı yaşandı. Mahkemeye heyetinde yer alan bir hâkimin usule dair ön inceleme raporu sunulmadan mahkemenin 8 Ekim 2019’da onama kararı verdiği, ön inceleme raporunun ise dosyaya 9 Ekim 2019’da, yani karardan bir gün sonra sunulduğu anlaşıldı. İstinaf mahkemesinin 8 Ekim 2019’da onadığı kararla, beş yılın altında hapis cezası verilen altı avukatın (Didem Baydar Ünsal, Yaprak Türkmen, Ayşegül Çağatay, Yağmur Ereren Evin, Ahmet Mandacı, Zehra Özdemir) cezaları kesinleşti. Ancak daha sonra yapılan düzenlemeyle bu hükümler de Yargıtay incelemesine tabi oldu. Beş yılın üzerinde hapis cezası alan 12 avukatın dosyasıysa (Barkın Timtik, Özgür Yılmaz, Ebru Timtik, Behiç Aşcı, Şükriye Erden, Selçuk Kozağaçlı,Engin Gökoğlu, Aytaç Ünsal, Süleyman Gökten, Naciye Demir, Aycan Çiçek, Ezgi Çakır) halen temyiz için Yargıtay’da. ÇHD’li avukat Didem Baydar Ünsal, bugün tutuklu olan 8 avukatın, kararın Yargıtay’da bozularak tahliye edilmeyi beklediklerini söyledi ve “Hukuk kaidelerine uyulduğu, dosyadaki delil durumu incelendiği, kıssadan iktidar yargıdan elini çektiği halde tahliyelerinin ve adil yargılanmalarının önünde hiçbir engel yok” değerlendirmesinde bulundu.Soylu, tutuklu avukatları suçlu ilan etti
Mahkemenin bağımsızlığına gölge düşüren bir diğer durum da, 9 Ekim’de bir televizyon kanalında konuşan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yargılanan avukatlar hakkında “DHKP-C’nin en önemli ayağının avukatlar olduğu, avukatları tutuklayarak örgütü bitirdikleri” sözleriydi. Bu açıklama hem yargının bağımsız hareket etmesine bir müdahaleydi hem de mahkumiyetleri kesinleşmemiş, halen tutuklu olan avukatlar açısından masumiyet karinesinin ihlali anlamına geliyordu. Davayı yakından takip eden ve meslektaşlarıyla dayanışma gösteren Demokrasi İçin Hukukçular’dan Avukat Yıldız İmrek de, ÇHD davasında yargı ve yargıçların fiilen bağımsız olmamasının en temel mesele olduğuna işaret ederek, “Siyasi iktidarın ağır baskısı altında, siyasi muhaliflere karşı fiili bir infaz yargılaması yürütülmektedir” değerlendirmesinde bulundu. Bugün gelinen noktada iki avukat seslerini ölüm orucuyla duyurmaya çalışıyor, binlerce avukat ise adalet sistemindeki çöküşü ve yozlaşmayı en aza indirmek için çabalıyorlar. Kabuklarına çekilerek, savunma makamının yerle bir edilmesini izlemeyi reddediyorlar. Avukatlık mesleğinin özünün iktidarlardan, ideolojilerden ve güç çatışmalarından çok daha yüce olduğunu göstermeye çabalıyorlar. Avukatların yargıda hakkın ve halkın, bireyin savunucusu olduğunu hatırlatan Avukat Yıldız İmrek, “avukat, hukuk güvenliğinin, adil yargılamanın başlıca teminatıdır” dedi ve şunları söyledi: “Ne yazık ki bugünün Türkiye’sinde kısıtlı avukat listeleri var, avukatların giremediği adliye koridorları var, avukatlardan gizli soruşturmalar var, avukatların her vesile ile dışarı atıldıkları ve fiilen gizli icra edilen duruşmalar var. Avukatlar sözde gerekçelerle gözaltına alınıyor, hatta işkence görüyor ve yüzlerce avukat tutuklu. Tarihte otoriter sistemlerin avukatsızlığı veya siyasi baskıyı normalleştiren devlet avukatlığı sistemini tercih ettikleri bilinmektedir. Bu davada ve devam eden çok sayıda avukatın sanık haline getirildiği davalarda önümüzdeki temel sorun budur.”Bir sonraki yazıda Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB) yıllardır süren geleneği, Metin Feyzioğlu’nun TBB Başkanı seçilme süreci, TBB’nin yapısının bozulması ve Feyzioğlu ile barolar arasındaki gerilimden bahsedeceğiz.