SEMRA PELEK
Semra Pelek, 1998’den 2004’e kadar Milliyet gazetesinde Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) muhabirliği yaptı. Daha sonra sırasıyla Deutsche Welle radyosu (Bonn), Sabah gazetesi, Tempo dergisi ve bianet’te muhabirlik ve editörlük yaptı. Son olarak Milliyet gazetesinde politika editörü olarak çalıştı. Gazeteciliğinin yanı sıra çocuk kitapları çeviriyor. Almancadan Türkçeye çevirdiği kitaplar arasında Enno ya da Asfalttaki Karahindiba, Harika Bir Başlangıç, Görünmez Uli, Bezelye Çorbası Dedektiflik Takımı kitap serisi bulunuyor.
Theodor W. Adorno’nun, ‘Sahicilik Jargonu: Alman İdeolojisi Üzerine 1962-1964’ kitabının açılışı Samuel Beckett’ten bir epigrafla başlar:
“Bir tapınak dikmek, gökten oraya tapınacak bir şey indirmekten daha kolaydır.”
Kısaca: Jargon tapınaktır.
Roma Katolik Kilisesi’ni ele alalım; kilise yüzyıllardır milyarlarca insanın İsa’yla iletişimini ‘sağlıyor.’ Asırlarca bu kadar güçlü kalmasının ve Vatikan şehir devletinde ilahi bir hale içinde var olmasının bir nedeni ‘baba, oğul ve kutsal ruh’sa ikincisi de kutsal jargonu kuşkusuz.
Vatikan uzak diyelim, peki, hangimiz diploma ve sertifikalarının asılı olduğu duvara sırtını yaslayarak bize derdimizin ne olduğunu asla anlamadığımız Latince kelimelerle açıklayan doktorumuza şüphe duymayı aklımızdan bile geçirmeden inanmadık ki? Bir yakınım yoğun bakımda yatarken, “Sepsis olma ihtimali var” diyen doktora, “O ne demek yani?” diye sorduğum için azarlanmıştım. Halbuki, “enfeksiyon vücuduna yayılarak organlarına zarar verebilir ve bu ölümcül olur” diyebilirdi pekâlâ. Ama jargon itaat talep eder; doktorun karşısında susmanız gerekir.
Ancak, jargonun her zaman kilise ve tıp dünyasının kullandığı Latince kadar anlaşılmaz olması gerekmiyor. Jargonu, Hansel ve Gretel masalındaki zencefil ve şekerden yapılmış cadının evi gibi de düşünebilirsiniz; ormanda kaybolan – jargon bilmediği için ekmek kırıntılarıyla yolunu bulabileceğini uman - ‘biz sıradan insanları’ büyülemek için oradadır.
Hollandalı dilbilimci Teun A. van Dijk
Konu jargon olduğunda masal diyarından hemen çıkıp Adorno’ya dönmek gerekiyor sürekli. Almanya'da bir sahicilik jargonuyla konuşulup yazıldığını, toplumsallaştırılmış seçilmişliğin emaresi olan bu dilin, teolojiye, pedagojiye, gece okulları ve gençlik örgütlerine ve hatta iş dünyası ve hükümet temsilcilerinin üst düzey konuşmalarına kadar uzanan geniş bir kullanım alanı olduğunu yazıyor kitabında. Jargon, “üst dil olarak sunulan bir alt dil aslında” diyor, ama her halükârda “kullanana hem asil hem de huzurlu bir hava veriyor.” Adorno, “derin insani hassasiyetler sahteciliğiyle dolup taştığını” söylediği jargona - başlangıç için - Almanya’dan örnek olarak “varoluşsal”, “kararlaştırma aşamasında”, “görev”, “celp etme”, “hakiki konuşma”, “ifade”, “endişe”, “bağlılık” kelimelerini sayıyor.
Bir yerden tanıdık değil mi? Burada da - başlangıç için - Türkiye’den örnekler sayabiliriz: “Samimiyet”, “itibar”, “iltisak”, “ölü ele geçirme”, “yerli ve milli”, “hassasiyetlerimiz”, “hegemonya” ve dahası. Victor Klemperer’in tanık olduğu Nazi Almanya’sında dile yerleşmiş bazı kelime ve kalıpları ele aldığı ‘LTI - Nasyonal Sosyalizmin Dili’ başlıklı kitabından esinlenen Tanıl Bora’nın, ‘Zamanın Kelimeleri: Yeni Türkiye’nin Siyasî Dili’ kitabında sıraladığı bazı kelimeler bunlar. Klemperer, Bora’nın atıf yaptığı kitabında zararsız zannedilen kelimelerin bir dili nasıl “usul usul” zehirlendiğini, bir iktidar zihniyetinin veya hâkim ideolojinin dilin gözeneklerine nasıl “usul usul” sindiğini konu ediyor. Klemperer, Adorno’nun ‘Sahicilik Jargonu’ kitabında “Dil faşizme bir sığınak sağladı; için için yanan kötücüllük bu sığınakta kendini kurtuluşun ta kendisiymiş gibi ifade etti” sözleriyle özetlediği “sığınağı” irdeliyor özetle. Bizim için “namzeden ve düşünen dil…” üzerine yoğunlaşan Klemperer, şunu yazıyor: “Kelimeler küçücük arsenik dozajları olabilirler: Farkında olmaksızın yutulurlar, bir etki yaratmıyor gibi görünürler ama bir zaman sonra etkisini gösterirler.”
Frankfurt Okulu'nun en ünlü üyelerinden Adorno’ya, dil bilimci Klemperer’e, özellikle metindilbilim (discourse analysis) alanında yaptığı çalışmalarla tanınan Hollandalı dilbilimci Teun A. van Dijk’a göre ayrımcılık, ırkçılık veya hiyerarşi söylem ve iletişim yoluyla yeniden üretiliyor. Dolayısıyla adalet ve adaletsizlik de öyle…
Türkiye’de de son yirmi yılda hızla günlük kullanıma giren veya kullanımından vazgeçilen kelimeleri şöyle bir hatırlayınca jargon aracılığıyla bir iktidar zihniyetinin veya hâkim ideolojinin dile nasıl sızdığını görebiliriz. Örneğin, AB müzakereleri başlatıldığında “müktesebat” ve “uyum” kelimelerinin geçmediği siyasi bir konuşma, TV tartışma programı dinlemek veya haber okumak zordu, ülkece AB’ye “çapalanmıştık.” Peşinden önce Alevileri, sonra Ermenileri, nihayet Kürtleri kapsayan “açılım” süreçleri başladı ve bunu “çözüm süreci” takip etti. Ayrımcı ve eşitsiz söylem, kullanılan jargon sayesinde bu süreçte giderek daha sofistike ve daha ince bir hal aldı. Son sürecin sonlandırıldığı 2015’ten beriyse artık aslında birer mit olan ama mütevazı kazanım sayılan “anlayış”, “hoşgörü”, “demokratik çözüm” ile “samimiyet” yerine, daha çok ikili karşıtlıkları ve toplumsal hiyerarşiyi vurgulayan “milli” ve “terörist”, “vatansever” ve “vatan haini”, “biz” ve “onlar” ile “güvenlik”, “beka” kelimeleri geçti.
Kim bu katılan avukatı?
Yargı alanında, iddianamelerde ve duruşma tutanaklarında kullanılan dil de aradan geçen son yirmi yılda değişmiş. Elbette dil olduğu yerde durmaz; canlı bir organizma gibi yaşar, değişir, gelişir ama bozulur, çürür ve iğdiş de edilir. Eğer hakikati bulmak için - yine ve yeniden - kolektif mutabakatla kabullenilen yeni bazı tanımların, ‘yargı profesyonellerinin’ kullandığı bir jargonun sürekli olarak ardına bakmanız gerekiyorsa, dilin ne yöne doğru değiştiğini de sormamız gerekir.
Sıkça kullanılan yeni tanımlardan biri “katılan avukatı.” Kim olduğu belli değil, bir ismi yok, kimin adına duruşmada olduğunu bilemiyorsunuz. Israrla sormak gerekiyor: Kim bu katılan avukatı?
Cevap: Çoğunlukla veya – en azından ifade özgürlüğüne yönelik davalarda – ‘her defasında’ “katılan avukatı” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı çıkıyor. Biraz deşince davada sanık olan gazetecinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı aracılığıyla yaptığı şikâyeti sonucu yargılandığını anlıyorsunuz. Ama “katılan avukatı” öyle kullanışlı bir tanım ki gazetecinin kim tarafından hâkim karşısına çıkarıldığı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın duruşmanın tarafı olduğu, yani Recep Tayyip Erdoğan’ın haber yaptığı için bizzat bir gazetecinin karşısında olduğu yumuşacık kadife bir örtünün altında gizlenmiş oluyor.
“Güvenlik çemberi” güvenli mi?
Gazetecilikte şöyle bir tuzak var: Çok fazla Emniyet Müdürlüğü, polis kaynaklı haber yapan muhabir bir süre sonra ‘polis jargonuyla’, yargı muhabirleri ‘hukuk jargonuyla’, sağlık muhabirleri ‘tıp jargonuyla’, Meclis muhabirleri ‘siyaset jargonuyla’ konuşmaya başlıyor. “Karargâh” dedikleri Genelkurmay Başkanlığı kaynaklarından haber alan gazeteciler, telefonlarını “Paşam” diye açıyor. Bu tuzağa düşmemek, zararsız zannedilen kelimelerin haber dilini usul usul zehirlememesi, habercinin küçücük arsenik dozajları olabilen kelimeleri farkında olmaksızın yutmaması için gazetecinin sürekli dikkat kesilmesi gerekiyor.
İşte, dikkat edilmesi gereken tanımlardan biri de “güvenlik çemberi.” Galatasaray Meydanı’nda kayıp yakınlarının akıbetini öğrenmek ve faillerin yargılanıp cezalandırılması amacıyla 1995 yılından beri barışçıl eylem sürdüren Cumartesi Anneleri ve onlara destek verenler, bir süredir meydana çıkmalarına izin verilmeden - haberlerdeki dile bakılırsa- “güvenlik çemberi” içine alınıyor. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği iki ayrı karara (kararın detaylarını Gökçer Tahincioğlu’nun yazısında bulabilirsiniz:) rağmen tekrarlanıyor bu üstelik.Ama burada da tekrar sormak lazım: “Güvenlik çemberi” kimin çemberi ve kimin için güvenli? Çemberin kayıp yakınları için güvenli olmadığı açık. Çünkü her hafta kendilerini korumak için kask, dizlik, dirseklik takan, kurşungeçirmez yelek giyen, kalkanlı Çevik Kuvvet polislerinin oluşturduğu bu çember içine alınan kayıp yakınları - gazetecilerin görüntü almasına izin verilmeden - işkenceyle, ters kelepçe takılarak, hakaretlerle gözaltına alınıyor. Bir insana kalkanlarla vurmak o insan için ne kadar güvenli olabilir? Kayıp yakınları için güvenli değilse – ki değil - nedir bu “güvenlik çemberi” yazmaktaki ısrar?
Ama zaten insanlara copla vurmak, kaşını patlatmak, kolunu kırmak, kolunu ters çevirmek, işkence etmek de çoktandır “şiddet uygulamak” oldu. Ne kadar belirsiz, ne kadar soyut! Uygulanan şiddetin sonucunda mağdura ne olduğunu asla bilemiyoruz.
Örnekleri çoğaltmak mümkün ama yazının makbulü en kısa olandır.
Bitirirken yine Adorno’dan alıntı yapayım: “Neyin jargon olup olmadığı, sözcüğün kendi anlamı karşısında aşkın bir konuma yükselmesini sağlayan bir tonda yazılıp yazılmadığına, tek tek sözcüklerin, cümle, hüküm, düşünce içeriği zararına öne çıkarılıp çıkarılmadığına göre belirlenir.”
Ve son olarak, “Jargon, yüceliğin insanları hizaya getirme amacının hizmetine sokulmasının, yani katmerli bir hakikatsizliğin biçimiyse", der Adorno, "onun olumsuzlanmasında, pozitif formülasyonlara direnen bir hakikat keşfedilebilir."